Tuesday, November 13, 2018

TATAVLA'DAN ADAYA Ev Konserleri


2017 yılının sonbaharında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Hyun Soon Tekin’in yüksek lisans oda müziği dersinde şekillenen Tatavla’dan Adaya; Türkiye’de klasik müzik ağırlayan sahnelerin azlığından ve konser verebilecekleri mekan bulmanın zorluğu nedeniyle ev konserleri vermek üzere bir araya gelen ve 4 kişi başladıkları serüvenlerine iki piyano öğrencisi olarak devam eden Başak İdil Özen ve Edmon Şar’dan oluşuyor. 11 Kasım akşamı gerçekleşen 2. sezon açılışlarında olduğu gibi, konserlerinde ağırlıklı olarak 20. yy ve çağdaş piyano eserleri yer alıyor. Şubat ayından beri her ay bir kere Ada’da bir kere Tatavla’da (Kurtuluş) olmak üzere 2 kere gerçekleştirdikleri ev konserlerini sosyal medyadan takip etmeme karşın ilk kez gidebildim; buna rağmen, paylaşımı ön plana çıkartan sıcak ve samimi ortam sayesinde kendimi evimde gibi hissettim.

Büyükada’da (diğer ismiyle Prinkipo) İdil’in evinde gerçekleşen konsere ilk girişte, müthiş İstanbul manzarası, yıldızlı gök yüzü ve bahçede düğün sahibi gibi bekleyen Edmon’un sıcak karşılamasıyla hemen ortama ısındık:) Şaraplarımızı doldurup kendimize bir yer bulduktan sonra lezzetli atıştırmalıkların bulunduğu masanın etrafında diğer misafirlerle sohbet etmeye başladım. Diğer misafirlerle birlikte, masada duran etiketsiz bira şişelerinin sırrını çözmeye çalışırken, Tatavla’dan Adaya akşamları için kendilerinin yaptıkları ev biraları olduğunu öğrendik. Aslında etiket de tasarlamışlar ancak o akşama yetişmemişti. İdil’in annesinin müthiş misafirperverliği, Adalı komşuların tatlılığı, sahilden yukarı çıkmanın getirdiği susuzlukla hızla devirdiğim bir kadeh şarapla birleşince konser başlamadan biraz çakırkeyf olmuştum bile !



Konserin ilk yarısına İdil, önümüzdeki iki yıl boyunca araştıracağı yüksek lisans performans çalışmasının da konusunu teşkil eden Erik Satie’yle ve 6 Gnosienne'iyle başladı. Satie’nin icadı olan "Gnosienne" terimi, dictionaryofobscuresorrows.com da bulduğum bir tanıma göre, "yıllardır tanıdığın birinin hala özel ve gizemli bir içsel dünyası olduğunu ve benliğinin koridorlarında bir yerlerde içeriden kilitli bir kapı, evin tam keşfetmediğin kanatlarına -sana çıldırtıcı derecede yabancı, bitmemiş bir tavan arasına, çünkü ikinizin de haritası ya da bir master anahtarı ya da tam olarak nerede durduğunuzu bilmenizin bir yolu yoktur- çıkan bir merdiven olduğunun farkına vardığın an" demekmiş. İdil'in özetiyle, agnostik kelimesiyle benzer kökten, şüpheli, şüphe çeken, şüpheci çağrışımıyla kullanılıyor. Alışık olduğumuz tempodan daha yavaş seslendirdiği gnosienne'lerde dinleyen herkes, kendi benliğinin koridorlarında yolunu bulmaya çalışıyor gibiydi.

Ardından çaldığı 1913 tarihli Embryons desséchés (kurumuş embriyonlar) adlı eser ise ilkinin zıttı olarak, oldukça ciddi şekilde -ama bir yandan da şakacı- klasik dönem ironisi yapıyordu. Klasik dönemin alametifarikası Sonat formunun da hicvedildiği 3 bölümlü eserin birinci ve üçüncü bölümlerinin sonundaki abartılı kadans ve tam bitti derken bir kere daha, bir kere daha gelen akorlarla embryons, gecenin en ilgi çekici eserlerindendi. Konsere yetişmesi için aceleyle çalışılmasına rağmen bu parçanın, zamanla repertuarındaki en özgünlerden olacağını düşünüyorum.

İdil son olarak,  post romantik/izlenimci dönemin en önemli bestecilerinden ve armoni ve forma getirdiği yeniliklerle modern müziğin babalarından sayılan Claude Debussy'nin (hatta müzikte telifin kabul edilmesinde de büyük katkıları olduğunu hatırlıyorum) Embryons Desséchés ile aynı yıllarda bestelenmiş ilk kitabından 9 ve 10 numaralı prelüdlerini seslendirdi. Seslerle resim yapmakta ve izlenimler yaratmakta usta bestecinin, kesikli serenad manasına gelen 9 nolu prelüdü La Serenade Interrompue ve bir efsaneden alıntı, halkın dine saygısızlığı nedeniyle denize gömülen ancak ibret olsun diye her gün yükselen bir katedrali anlattığı 10 nolu prelüdü La Cathédrale engloutie, bunlara iyi örneklerdi. 


Video da çekmiştim ama boyut çok büyük olduğu için bloga yükleyemedim:(

Ara verilince, Tatavla'dan Adaya birasının tadına bakma fırsatı buldum. Yaz ortasında buz gibi kaynaktan kana kana su içme hissi veren biranın oldukça başarılı olduğunu düşünüyorum. Yeni çeşitler tadabileceğimiz gelecek konserleri de iple çekiyorum ... :D 

İkinci yarıya Edmon, romantik döneme ve piyano müziğine damga vurmanın yanı sıra, Debussy gibi kendinden sonra gelen bestecileri de çok etkilemiş olan Chopin'in 37 opus numaralı Sol minör Noktürnüyle başladı. Gece müziği anlamına gelen ve Chopin'le özdeşleşmiş Noktürnler, gece, doğa, bireyin yalnızlığı ve doğa karşısındaki küçüklüğü gibi temaları içermesi ve piyanonun giderek kendi özgün repertuarına kavuşmasındaki rolüyle Romantik dönemi çok iyi simgeliyor. Eserin performansına dair ise; dinlerken "“Edmon”u dinliyorum, halbuki “Chopin”i dinlemem gerekiyordu" diye düşündüm. Bunun bir sonraki adımındaysa “Edmon’dan Chopin”i DİNLİYORUM diyebilmeliyim sanırım. Bu durumun en güzel özeti, programdan alıntı yapacak olursam:

İcracı, eğer mümkünsüz mükemmelliğin peşinde değil de, benliğini çaldığı eserde lağvedebilecek eğilimde ise, icra esnasında dinleyici ile dinlenen arasındaki paylaşımla oluşan o müzikal varlığın parçası haline gelir. Yani; müziğin parçası olma hayalidir icrayı büyülü kılan, peşinde sürüklendiğimiz…"

Chopin'in ardından Hollandalı çağdaş, minimal müzik bestecisi Joep Beving'in Sleeping Lotus, The Light She Brings ve Zoetrop isimli  eserlerini dinledik. Vals temposundaki bu eserlerde herkes kendince bir hikaye bulabilir veya yazabilir. Bu anlamda hem performans başarılıydı, hem de dinleyiciyi yakalayıp kendi içinde ya da dünya yüzeyinde yolculuğa çıkarabilen eserlerdi. Ne var ki, bana bu müzik türü biraz klasik pop gibi geldiği için tam olarak içime sindiremiyorum. Çağdaş sanatı "ne var ben de yaparım bu resmi" düzeyinde eleştirmeye çalışanlardan olmak istemiyorum. Ancak, çağdaş minimal müzik bestecilerinin çoğunun formla ve tonaliteyle derdi olmayan, ana akım dinleyiciyle uzlaşma içinde, hatta Adorno'nun 1941 tarihli "Popüler Müzik Üzerine" makalesinde* de "Ciddi müziğin popüler müzikle ilişkisi üzerine açık bir yargıya ulaşabilmek için popüler müziğin temel özelliğine tam anlamıyla dikkat etmemiz gerekir: Bu özellik standartlaşmadır." diyerek ifade ettiği şekilde "popüler" olduğunu düşünüyorum.



Philip Glass, Opening
Benim piyanom da aynı marka. Satın alana kadar varlığından haberdar olmadığım bu markayı birinde daha göreceğimi hiç tahmin etmezdim:)

Sondan bir önceki besteci ABD'li Philip Glass'ı ise çağdaş minimal müzikte bambaşka bir yere koyuyorum. Müziğinde 2. Dünya savaşı sonrası batı dünyasındaki tüketim patlamasını, gündelik şehir hayatının tek düzeliğini ve doğada yapılan tahribatı (sonun yaklaşması) yansıttığını düşündüğüm ve diğer minimalist bestecilerle birlikte düşünüldüğünde dönemine göre oldukça yenilikçi işler yapmış olan Glass'ın Opening eseri de başarılıydı.

Konserin kapanışı çağdaş Türk piyanist ve besteci Fazıl Say'ın Nazım Ballad'ıyla gerçekleşti. Fazıl Say, bir çok tartışmaya odak olmasının ötesinde, şahsen çok beğendiğim bir müzisyen. Türkiyeli bir bestecinin Nazım Hikmet'in, Metin Altıok'un, Behçet Aysan'ın şiirlerinden oratoryolar yazması; İstanbul Senfonisi, Mezopotamya Senfonisi, Sait Faik, Dört Şehir gibi Anadoluyu konu edinen eserler, bunların yanında Wagner ve Nietzche gibi müzik tarihinden şahsiyetlerle diyaloga giren eserler -ve burada saymakla bitmeyecek denli başkalarını- kaleme almasını çok değerli buluyorum. Bu anlamda, Edmon'un da Nazım Ballad'ını repertuarına almasının çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.
Tatavla’dan Adaya başladığından beri en büyük kalabalığın toplandığı akşamın aynı zamanda, ailevi bir nedenle, duygusal olarak oldukça zorlandıkları bir akşam olduğunu konserin sonunda öğrendim. Buna rağmen iptal etmeyip bu kadar güzel bir konser gerçekleştirmelerini çok takdir ediyorum ve sezonun gelecek konserlerinde daha iyi moralle performansın giderek yükseleceğini düşünüyorum. Repertuarlarına, sahnelerde sıkça dinleme fırsatı bulamadığımız modern ve çağdaş eserleri almaları bence oldukça özel.


Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser misali, "piyasa"sı geniş olmadığı için klasik müziğin, hatta bunun da alt başlığı olarak modern ve çağdaş piyano müziğinin icra edilebileceği mekanlar giderek azalıyor. İdeolojik olarak da "çok sesli klasik batı müziği"nin Türkiye'deki karşılığını burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Böylesi bir konjonktürde, ev konserlerini iki türlü düşünüyorum: İlki, bu müziğin icra edilebileceği kamusal mekanların azlığı karşısında (azalışı demedim çünkü hiçbir zaman çok olmamışlardı, AKM'nin kapanması belki İstanbul için özellikle bir "azalış" anlamına gelebilir ama onun da yeniden açılması planlanıyor) evlere ve özel alana kapanmayı kabullenmek. Diğeriyse, ters esen rüzgara karşı direnerek kendini var edebildiğin alanların ve biçimlerin yok olmasını önlemek ve daha da yaygınlaştırmaya çalışmak. Tarihte ilk olarak 19.yy başında Almanya'da Beidermeier diye adlandırılan, Fransa'nınsa Napolyon savaşlarından yenilgi alıp Avusturya Kongresiyle getirilen ağır şartlara boyun eğdiği, baskıcı Metternich döneminde ortaya çıkan oda müziği de yeni doğan burjuvazinin (o dönem aristokrasiye karşı muhalif bir gruptu burjuvazi), müziği soyluların tekelinden çıkarıp kendilerine ait bir müziği yaratması ve daha geniş kitlelerin erişebileceği bir düzlemde yeniden üretmesinin ürünüydü. Bu dönemden 200 yıl sonra, farklı bir coğrafyada, farklı bir konjonktürde de olsa, ev konserleri hala muhalif bir kitlenin (bu defa, piyasa mekanizmaları dışına çıkma anlamında burjuvazinin kendisine muhalif:) kendilerini var edebildikleri müzikleri üreterek farklı kitlelerin erişimine açtığı bir alan olmaya devam ediyor.

Birkaç yıl önce benim de oldukça hevesli olduğum ancak evim 40 m2 olduğu için gerçekleştiremediğim (buna rağmen "sıkışalım mı?" ve "Bizbize" gibi etkinlikler gerçekleştirmiştim ve piyanomun Yeldeğirmeninde İskele Sokaktaki evde durduğu dönemde arkadaşlarla birlikte müzik yapma denemeleri olmuştu:) ev konserlerinin gerçekleştirilmesi oldukça heyecan verici. Naçizane önerimse, her ne kadar hala öğrenci de olsalar, konseri evde de yapsalar, girişin ücretsiz olmaması gerektiği. Onca insan ağırlamak için girilen zahmet, biralar, ikramlar, vs bir yana; çaldıkları her bir parça için nasıl da aylarca, yıllarca çalışmak gerektiği, bunu canlı performansla sergilemek için mental olarak verilen mücadeleyi ve hiç olmazsa seyirci-dinleyiciye neler kattıklarını düşünülünce, bunun kesinlikle bir karşılığı olması gerekiyor. 5-10 TL gibi bir ücret olabilir, başka bir yere bağış olabilir, bira satışı olabilir ya da herkes bütçesine göre karar verdiği tutarı ödeyebilir… Günümüz kapitalist toplumunda herkes yaptığı işten, verdiği emek karşılığında ücret alıyorsa, ve konser müzisyenleri de bir kurumun maaşlı elemanı değilse, bir müzisyenin/sanatçının, işine ve çalışmalarına devam edebilmesinin tek yolu çalışmasının maddi karşılığını almasıdır. Nasıl ki ben “İç Kontrol ve Risk Yönetimini çok seviyorum, henüz Müdür bile değilim, sadece Uzmanım” deyip parasız çalışmıyorsam ve hiçbir patron bana bu emeği ücretsiz vermemi teklif edemiyorsa; her tür ve seviyedeki müzisyen de bunu diyebilmeli. Böylece, biz dinleyicilerin de aksini düşünmesini engellemeli. Henüz kullanım değeri üzerinden değil de değişim değeri üzerinden örgütlenen bir ekonomik düzende yaşadığımız için fiyatı olmayan hizmet ve ürünlerin değeri maalesef 0 olarak kabul ediliyor.
    
Tüm bu izlenimler ve güzel duygular eşliğinde adadan ayrılırken, yeni konserin 14 Kasım Çarşamba akşamı Kurtuluş'ta gerçekleşeceğinin de haberini vermek isterim. Yazımı, program notlarının başındaki Tatavla’dan Adaya’yı 1 cümlede özetleyen Philip Glass'ın sözüyle sonlandırıyorum:

“Müzik, siz -dinleyici- ile dinlediğiniz şey arasında varlık bulur…”



*Toplumbilim dergisinin Mart 1999'daki 9 numaralı Müzik Özel Sayısında Evren Çelik çevirisiyle yayımlanan bu makaleyi mutlaka okumanızı öneririm. Bulamazsanız benden isteyebilirsiniz; fotokopi çektirebiliriz.
Ayrıca, benzer dönemlerde okuduğum, Kandinsky'nin "sanat nedir ne değildir"i tartıştığı kısa ama oldukça kafa açıcı kitabı Sanatta Zihinsellik Üzerine'yi de şiddetle tavsiye ederim.

Monday, November 5, 2018

EkkoZone: Great Danish Contemporary Ensemble

Cazdan klasiğe, avangarttan etnik müziğe geniş yelpazede müzikleri ağırlayan Borusan Müzik Evi, 1 Kasım Perşembe akşamı 10. sezon açılışında aşırı iddialı ismiyle merak uyandıran EkkoZone: Great Danish Contemporary Ensemble'ı misafir etti. 2013'te Danimarkalı perküsyon sanatçısı ve besteci Mathias Reumert önderliğinde kurulan ve klasik avangard, minimalist ve deneysel müziğin sınırlarında dolaşan grup, kısa sürede birçok albüm yayınlamış ve çeşitli festivallerde boy göstermiş. Türkiye'deki 4. konserleri olmasına karşın, İstanbul müzik organizasyonlarını kalkındıracak denli konser müdavimi arkadaşım Burak'ın davetiyle ilk kez dinlemiş oldum; iyi ki de olmuşum.


Flütte Hélène Navasse, çelloda John Ehde, perküsyonda Raphaël Aggery ve Anders Kann Elte'nin çaldığı akşam, Tori Takemitsu'nun 3 perküsyon için yazdığı Rain Tree adlı eseriyle başladı. Akira Kurosawa filmlerinin müziklerinden hatırlayabileceğimiz bestecinin bu eserinde, marimba, vibrafon ve zillerdeki tane tane ve hafif dokunuşlarla, tahta, metal gibi değişik yüzeylere düşen yağmur damlaları metaforu açıkça duyuluyordu. Sonrasında Astor Piazzola'nın Grand Tango'suyla, uzakdoğunun doğayla iç içe atmosferinden çıkıp, Latin Amerikanın şehirlerine uzandık. Lakin perküsyonun, kulağımda hep Yo-Yo Ma'nın  piyano-viyolonsel kaydıyla yer etmiş olan bu parçada piyanonun sağladığı dinamizmi veremediğini düşünüyorum (çellistin de aynı tadı veremediğini belirtmeye gerek bile yok:).

Toplamda 4 parça seslendirilen konserin üçüncü ve en uzun parçası, çağdaş Danimarkalı besteci Ole Buck'un Roundelay adlı eseriydi. Reumert'ın sunumuyla, son yıllarda geliştirdiği özgün üslubuyla nordik minimalist müzikte fenomen olan 1945 doğumlu bestecinin bu yeni parçasını dinlemek için bile bu konsere gelmeye değerdi! Flütün oldukça önemli bir yer tuttuğu eserin orta bölümüyse bongo solosuyla heyecanı artırdı. Hızlı ve yavaş bölümlerin ard arda sıralandığı parçanın minör tonlarındaki yavaş bölümlerinde kendimi, upuzun örgülü saçlarımla kuzey fiyortlarını seyre dalmış, uzaktan görünen savaş gemisinden sevdiceğim sağ salim inecek mi diye bekleyen bir Viking olarak hayal ettim :)) 




Grup son olarak, Macar besteci György Ligeti'nin Hungarian Rock'ını seslendirdi. Solo klavsen için yazılan bu parçayı beşe bölerek sol eli elektronik klavyeye, sağ eli vibrafon ve bateriye dağıtmış, üstüne de çello ve flüt partileri eklemişler. Zaten  kompleks yazısıyla ve deneysel tarzıyla insanın aklını başından alan Ligeti'yi böyle bir ensemble'dan ve böyle çello ve bateri sololarıyla dinlemek benim için oldukça özgün bir deneyimdi. İlginç desenli gömleğiyle, enerjisi hiç düşmeyen, hatta giderek yükselen çellist John Ehde'yi izlemek de ayrı bir keyifti:)   


Performansın sonunda bis olarak Buck'un eserinden orta bölümü tekrar çaldılar ve alkışlarla konser sona erdi. Çıkışta, gelecek konserleri kontrol etmeyi unutmadık; aşağıdaki linkte 2018-2019 programını bulabilirsiniz.  İlk bakışta dikkatimi çekenler Yinon Muallem Quintet'in Back Home projesi ve Şevket Akıncı ve Hezarfen Ensemble'ın Escher Chronicles konserleri oldu.

https://www.borusansanat.com/tr/etkinlikler_5/borusan-muzik-evi_35/

Borusan Müzik Evi şık sahnesi ve özgün programıyla İstanbullular için bir şans. Umarım daha nice 10 yıllar burada güzel konserler izleeye devam edeceğiz.