Murger Tomb

Murger Tomb
Henri Murger, Cimetiére de Montmartre, Eylül 2015

Saturday, December 1, 2018

Opus Amadeus İstanbul Org Festivali-GHISLAIN LEROY

Sanat Yönetmenliğini Mehmet Mestçi'nin yürüttüğü ve Harbiye Saint Esprit Katedrali'nin ev sahipliğinde düzenlenen Türkiye'nin ilk Org Festivali kapsamında, 29 Kasım akşamı Fransız org sanatçısı Ghislain Leroy, 17. yy'dan 20. yy'a uzanan bir yelpazede konseri gerçekleşti. Havanın çok soğuk ve yağmurlu olmasına karşın kilise sıralarını dolduran insanlar, İstanbul dinleyicisi tarafından org müziğine verilen önemi ve festivalin değerini yansıtıyordu.
Festival broşürü
Kendi kuşağının en yetenekli org sanatçılarından kabul edilen Ghislain Leroy, Fransız org ekolünden gelmekle birlikte çağdaş eserlerin de güçlü bir yorumcusu ve destekçisi olarak bilinmektedir. 2016 yılından bu yana Amiens Metropole bölgesi konservatuarı ve Belçika'da Kraliyet Konservatuarı'nda asistanlık yapmakta ve Japonya da dahil olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde konserler vermektedir.*

Rieger marka orgda konser hazırlığı
Festivale ses veren Kutsal Ruh Katedralinin 1898 tarihli Avusturyalı Rieger Orgelbau marka orgu, Philharmonie de Paris'tekiyle aynı markaymış. Mehmet Bey, Romantik döneme ait bu org, 100 yılı aşkın yaşına rağmen çok iyi restore edildiğini ve çok iyi durumda olduğunu belirtti.


1846 yılında inşa edilen Katedralin romantik mimarisi de müzikle uyum içindeydi. (Katedralin tarihiyle ilgili daha fazla bilgi için, web sitesi ziyaret edilebilir ve Bianet'te yayınlanmış şu yazıya göz atılabilir)

Ghislain'in konser programı aşağıdaki gibiydi: 

Johann Sebastian Bach (1685-1750) : Prelude and fugue in a minor BWV 543

Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1791) : Andante in F KV 616

César Franck (1822-1890): Prelude, fugue and variation op. 18

Felix Mendelssohn (1809-1847) : Ouverture de l'Oratorio Paulus op. 36 (transcription William T. Best)

Vincent Paulet (1962) : Salve Regina

Charles-Marie Widor (1844-1937) : Toccata de la Vème Symphonie

İlk eser, Bach'ın org için prelüd füglerinden BWV 543 numaralı La minör eserdi. Ardından, Mozart’ın 1791'de, hayatının son yılında yazdığı son 3 eserden biri olan, mekanik org için bestelediği F majör Andante'yi çaldı. Fransız org müziğinin önemli bestecilerinden Cesar Franck'ın Si minör prelüd, füg ve varyasyonları ise bu konserde dinlediğim en güzel eserdi diyebilirim. 


Mendelssohn'un Pavlus Oratoryosu'nun uvertürünün ardından çağdaş Fransız besteci, Vincent Paulet'nin Salve Regina adlı eserini seslendirdi. Benim adıma, org gibi eski bir enstrümandan atonal özellikleri olan çağdaş bir eser dinlemek hayli enteresan oldu. Türk dinleyicisi olarak Çağdaş eserlere hala alışamadığımız için, bittiğinde bir süre kimse alkışlayamadı :D neyse ki İDOB orkestrasında fagot sanatçısı olan yanımdaki beyefendi alkışlamayı başlattı da bu tuhaf bekleyiş sona erdi :) 


Son eser, C-M. Widor'un beş numaralı org senfonisinden "Toccata" eserle konseri coşkuyla tamamladı. Bis olarak da, J.S. Bach'ın BWV 147 numaralı eseri "Jesus bleibet meine Freude"yi seslendirdi. 




Genel anlamda, Fransız ve Alman org okullarının üslup farklılıkları nedeniyle, Alman bestecilerin eserlerini yorumlayışında ifade geri planda kalmış ve daha yürüyen bir tempo benimsemiş olmasına karşın virtüözitesinin konuştuğu performansı oldukça başarılıydı. Melodik eserlerde alt partilerin ve bas partisinin yer yer melodinin üstüne çıkmasına karşın, kuvvetli baslar insanın tüylerinin diken diken olmasına neden oluyordu. Cemaatin içinde Tanrının büyüklüğünü hissettirmek, aynı zamanda huşu ve Tanrı korkusu uyandırmak için resim dahil çeşitli sanatları üst düzeyde kullanan Katolik Kilisesi'nin, enstrüman olaraksa neden orgu seçtiğini bu konserde daha iyi anladım diyebilirim. 





Org festivalinin sıradaki ve son konseri 11 Aralık'ta, ülkesinin çok sevilen genç sanatçılarından Macar org virtüözü Dora Petery’yle Alman, İspanyol, Macar, İngiliz, Avusturyalı ve Fransız bestecilerden oluşan konser programıyla gerçekleşecek. İlk iki konseri kaçırdıysanız buna mutlaka gitmelisiniz. Geçtiğimiz yıllarda da muazzam mekanlarda ve çeşitli temalarla düzenlenen (hatta geçtiğimiz yıl yine Mehmet Bey'in sanat yönetmenliğini yaptığı Deniz Müzesi'ndeki Barok Konserleri'nden Napoli temalı konserle ilgili yazdığım yazıya buradan gidebilirsiniz) Opus Amadeus festivalinin yenisini iple çekiyorum dersem abartmış olmam :)


Ghislain Leroy ise 8 Aralık'ta Belçika'nın Liege şehrinde vereceği Trompet ve Org resitaliyle bu yılın ajandasını tamamlayacak. Bu ikili, 2014 yılında 3. Opus Amadeus Oda Müziği Festivali'nde yine aynı kilisede İstanbul'da çalmışlar. Trompet ve org kulağa o kadar cezbedici geliyor ki, umarım ileride böyle bir resital izleme şansım olur. O zamana kadarsa Youtube videolarıyla idare edeceğim. Aşağıda, Purcell'ın çok sevdiğim Dido's Lament aryasını seslendirdikleri bir performanslarını paylaşıyorum.



*Org müziği, yaygın olarak dinleme fırsatı bulamadığım bir tür olduğu için (Türkiye'de ilk ve en son dinlediğim org konseri bu yılın başında Boğaziçi'ndeydi. Boğaziçi'nin Tarihi Orgu başlıklı yazımda bu konserden bahsetmiştim. Ayrıca en son bu yaz Leipzig ve Vatikan gezilerimde ayin sırasında dinleme şansım olmuştu) organistlere aşinalığım da piyanoya kıyasla daha düşük. Bu nedenle, kendisiyle ilgili bilgi vermek için konser programından ve sanatçının web sitesinden faydalanmak istedim. Ancak http://www.ghislainleroy.org/Biographie.html adresindeki Fransızca, İngilizce ve Almanca biyografilerde birbirinden farklılıklar olduğunu gördüm. Programda Fransızca biyografinin çevrilerek kullanılması ve diğer dillerin sitede güncellenmemiş olabileceği düşüncesiyle ben de Fransızcadan çevrilen bilgileri paylaşıyorum 



Tuesday, November 13, 2018

TATAVLA'DAN ADAYA Ev Konserleri


2017 yılının sonbaharında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Hyun Soon Tekin’in yüksek lisans oda müziği dersinde şekillenen Tatavla’dan Adaya; Türkiye’de klasik müzik ağırlayan sahnelerin azlığından ve konser verebilecekleri mekan bulmanın zorluğu nedeniyle ev konserleri vermek üzere bir araya gelen ve 4 kişi başladıkları serüvenlerine iki piyano öğrencisi olarak devam eden Başak İdil Özen ve Edmon Şar’dan oluşuyor. 11 Kasım akşamı gerçekleşen 2. sezon açılışlarında olduğu gibi, konserlerinde ağırlıklı olarak 20. yy ve çağdaş piyano eserleri yer alıyor. Şubat ayından beri her ay bir kere Ada’da bir kere Tatavla’da (Kurtuluş) olmak üzere 2 kere gerçekleştirdikleri ev konserlerini sosyal medyadan takip etmeme karşın ilk kez gidebildim; buna rağmen, paylaşımı ön plana çıkartan sıcak ve samimi ortam sayesinde kendimi evimde gibi hissettim.

Büyükada’da (diğer ismiyle Prinkipo) İdil’in evinde gerçekleşen konsere ilk girişte, müthiş İstanbul manzarası, yıldızlı gök yüzü ve bahçede düğün sahibi gibi bekleyen Edmon’un sıcak karşılamasıyla hemen ortama ısındık:) Şaraplarımızı doldurup kendimize bir yer bulduktan sonra lezzetli atıştırmalıkların bulunduğu masanın etrafında diğer misafirlerle sohbet etmeye başladım. Diğer misafirlerle birlikte, masada duran etiketsiz bira şişelerinin sırrını çözmeye çalışırken, Tatavla’dan Adaya akşamları için kendilerinin yaptıkları ev biraları olduğunu öğrendik. Aslında etiket de tasarlamışlar ancak o akşama yetişmemişti. İdil’in annesinin müthiş misafirperverliği, Adalı komşuların tatlılığı, sahilden yukarı çıkmanın getirdiği susuzlukla hızla devirdiğim bir kadeh şarapla birleşince konser başlamadan biraz çakırkeyf olmuştum bile !



Konserin ilk yarısına İdil, önümüzdeki iki yıl boyunca araştıracağı yüksek lisans performans çalışmasının da konusunu teşkil eden Erik Satie’yle ve 6 Gnosienne'iyle başladı. Satie’nin icadı olan "Gnosienne" terimi, dictionaryofobscuresorrows.com da bulduğum bir tanıma göre, "yıllardır tanıdığın birinin hala özel ve gizemli bir içsel dünyası olduğunu ve benliğinin koridorlarında bir yerlerde içeriden kilitli bir kapı, evin tam keşfetmediğin kanatlarına -sana çıldırtıcı derecede yabancı, bitmemiş bir tavan arasına, çünkü ikinizin de haritası ya da bir master anahtarı ya da tam olarak nerede durduğunuzu bilmenizin bir yolu yoktur- çıkan bir merdiven olduğunun farkına vardığın an" demekmiş. İdil'in özetiyle, agnostik kelimesiyle benzer kökten, şüpheli, şüphe çeken, şüpheci çağrışımıyla kullanılıyor. Alışık olduğumuz tempodan daha yavaş seslendirdiği gnosienne'lerde dinleyen herkes, kendi benliğinin koridorlarında yolunu bulmaya çalışıyor gibiydi.

Ardından çaldığı 1913 tarihli Embryons desséchés (kurumuş embriyonlar) adlı eser ise ilkinin zıttı olarak, oldukça ciddi şekilde -ama bir yandan da şakacı- klasik dönem ironisi yapıyordu. Klasik dönemin alametifarikası Sonat formunun da hicvedildiği 3 bölümlü eserin birinci ve üçüncü bölümlerinin sonundaki abartılı kadans ve tam bitti derken bir kere daha, bir kere daha gelen akorlarla embryons, gecenin en ilgi çekici eserlerindendi. Konsere yetişmesi için aceleyle çalışılmasına rağmen bu parçanın, zamanla repertuarındaki en özgünlerden olacağını düşünüyorum.

İdil son olarak,  post romantik/izlenimci dönemin en önemli bestecilerinden ve armoni ve forma getirdiği yeniliklerle modern müziğin babalarından sayılan Claude Debussy'nin (hatta müzikte telifin kabul edilmesinde de büyük katkıları olduğunu hatırlıyorum) Embryons Desséchés ile aynı yıllarda bestelenmiş ilk kitabından 9 ve 10 numaralı prelüdlerini seslendirdi. Seslerle resim yapmakta ve izlenimler yaratmakta usta bestecinin, kesikli serenad manasına gelen 9 nolu prelüdü La Serenade Interrompue ve bir efsaneden alıntı, halkın dine saygısızlığı nedeniyle denize gömülen ancak ibret olsun diye her gün yükselen bir katedrali anlattığı 10 nolu prelüdü La Cathédrale engloutie, bunlara iyi örneklerdi. 


Video da çekmiştim ama boyut çok büyük olduğu için bloga yükleyemedim:(

Ara verilince, Tatavla'dan Adaya birasının tadına bakma fırsatı buldum. Yaz ortasında buz gibi kaynaktan kana kana su içme hissi veren biranın oldukça başarılı olduğunu düşünüyorum. Yeni çeşitler tadabileceğimiz gelecek konserleri de iple çekiyorum ... :D 

İkinci yarıya Edmon, romantik döneme ve piyano müziğine damga vurmanın yanı sıra, Debussy gibi kendinden sonra gelen bestecileri de çok etkilemiş olan Chopin'in 37 opus numaralı Sol minör Noktürnüyle başladı. Gece müziği anlamına gelen ve Chopin'le özdeşleşmiş Noktürnler, gece, doğa, bireyin yalnızlığı ve doğa karşısındaki küçüklüğü gibi temaları içermesi ve piyanonun giderek kendi özgün repertuarına kavuşmasındaki rolüyle Romantik dönemi çok iyi simgeliyor. Eserin performansına dair ise; dinlerken "“Edmon”u dinliyorum, halbuki “Chopin”i dinlemem gerekiyordu" diye düşündüm. Bunun bir sonraki adımındaysa “Edmon’dan Chopin”i DİNLİYORUM diyebilmeliyim sanırım. Bu durumun en güzel özeti, programdan alıntı yapacak olursam:

İcracı, eğer mümkünsüz mükemmelliğin peşinde değil de, benliğini çaldığı eserde lağvedebilecek eğilimde ise, icra esnasında dinleyici ile dinlenen arasındaki paylaşımla oluşan o müzikal varlığın parçası haline gelir. Yani; müziğin parçası olma hayalidir icrayı büyülü kılan, peşinde sürüklendiğimiz…"

Chopin'in ardından Hollandalı çağdaş, minimal müzik bestecisi Joep Beving'in Sleeping Lotus, The Light She Brings ve Zoetrop isimli  eserlerini dinledik. Vals temposundaki bu eserlerde herkes kendince bir hikaye bulabilir veya yazabilir. Bu anlamda hem performans başarılıydı, hem de dinleyiciyi yakalayıp kendi içinde ya da dünya yüzeyinde yolculuğa çıkarabilen eserlerdi. Ne var ki, bana bu müzik türü biraz klasik pop gibi geldiği için tam olarak içime sindiremiyorum. Çağdaş sanatı "ne var ben de yaparım bu resmi" düzeyinde eleştirmeye çalışanlardan olmak istemiyorum. Ancak, çağdaş minimal müzik bestecilerinin çoğunun formla ve tonaliteyle derdi olmayan, ana akım dinleyiciyle uzlaşma içinde, hatta Adorno'nun 1941 tarihli "Popüler Müzik Üzerine" makalesinde* de "Ciddi müziğin popüler müzikle ilişkisi üzerine açık bir yargıya ulaşabilmek için popüler müziğin temel özelliğine tam anlamıyla dikkat etmemiz gerekir: Bu özellik standartlaşmadır." diyerek ifade ettiği şekilde "popüler" olduğunu düşünüyorum.



Philip Glass, Opening
Benim piyanom da aynı marka. Satın alana kadar varlığından haberdar olmadığım bu markayı birinde daha göreceğimi hiç tahmin etmezdim:)

Sondan bir önceki besteci ABD'li Philip Glass'ı ise çağdaş minimal müzikte bambaşka bir yere koyuyorum. Müziğinde 2. Dünya savaşı sonrası batı dünyasındaki tüketim patlamasını, gündelik şehir hayatının tek düzeliğini ve doğada yapılan tahribatı (sonun yaklaşması) yansıttığını düşündüğüm ve diğer minimalist bestecilerle birlikte düşünüldüğünde dönemine göre oldukça yenilikçi işler yapmış olan Glass'ın Opening eseri de başarılıydı.

Konserin kapanışı çağdaş Türk piyanist ve besteci Fazıl Say'ın Nazım Ballad'ıyla gerçekleşti. Fazıl Say, bir çok tartışmaya odak olmasının ötesinde, şahsen çok beğendiğim bir müzisyen. Türkiyeli bir bestecinin Nazım Hikmet'in, Metin Altıok'un, Behçet Aysan'ın şiirlerinden oratoryolar yazması; İstanbul Senfonisi, Mezopotamya Senfonisi, Sait Faik, Dört Şehir gibi Anadoluyu konu edinen eserler, bunların yanında Wagner ve Nietzche gibi müzik tarihinden şahsiyetlerle diyaloga giren eserler -ve burada saymakla bitmeyecek denli başkalarını- kaleme almasını çok değerli buluyorum. Bu anlamda, Edmon'un da Nazım Ballad'ını repertuarına almasının çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.
Tatavla’dan Adaya başladığından beri en büyük kalabalığın toplandığı akşamın aynı zamanda, ailevi bir nedenle, duygusal olarak oldukça zorlandıkları bir akşam olduğunu konserin sonunda öğrendim. Buna rağmen iptal etmeyip bu kadar güzel bir konser gerçekleştirmelerini çok takdir ediyorum ve sezonun gelecek konserlerinde daha iyi moralle performansın giderek yükseleceğini düşünüyorum. Repertuarlarına, sahnelerde sıkça dinleme fırsatı bulamadığımız modern ve çağdaş eserleri almaları bence oldukça özel.


Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser misali, "piyasa"sı geniş olmadığı için klasik müziğin, hatta bunun da alt başlığı olarak modern ve çağdaş piyano müziğinin icra edilebileceği mekanlar giderek azalıyor. İdeolojik olarak da "çok sesli klasik batı müziği"nin Türkiye'deki karşılığını burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Böylesi bir konjonktürde, ev konserlerini iki türlü düşünüyorum: İlki, bu müziğin icra edilebileceği kamusal mekanların azlığı karşısında (azalışı demedim çünkü hiçbir zaman çok olmamışlardı, AKM'nin kapanması belki İstanbul için özellikle bir "azalış" anlamına gelebilir ama onun da yeniden açılması planlanıyor) evlere ve özel alana kapanmayı kabullenmek. Diğeriyse, ters esen rüzgara karşı direnerek kendini var edebildiğin alanların ve biçimlerin yok olmasını önlemek ve daha da yaygınlaştırmaya çalışmak. Tarihte ilk olarak 19.yy başında Almanya'da Beidermeier diye adlandırılan, Fransa'nınsa Napolyon savaşlarından yenilgi alıp Avusturya Kongresiyle getirilen ağır şartlara boyun eğdiği, baskıcı Metternich döneminde ortaya çıkan oda müziği de yeni doğan burjuvazinin (o dönem aristokrasiye karşı muhalif bir gruptu burjuvazi), müziği soyluların tekelinden çıkarıp kendilerine ait bir müziği yaratması ve daha geniş kitlelerin erişebileceği bir düzlemde yeniden üretmesinin ürünüydü. Bu dönemden 200 yıl sonra, farklı bir coğrafyada, farklı bir konjonktürde de olsa, ev konserleri hala muhalif bir kitlenin (bu defa, piyasa mekanizmaları dışına çıkma anlamında burjuvazinin kendisine muhalif:) kendilerini var edebildikleri müzikleri üreterek farklı kitlelerin erişimine açtığı bir alan olmaya devam ediyor.

Birkaç yıl önce benim de oldukça hevesli olduğum ancak evim 40 m2 olduğu için gerçekleştiremediğim (buna rağmen "sıkışalım mı?" ve "Bizbize" gibi etkinlikler gerçekleştirmiştim ve piyanomun Yeldeğirmeninde İskele Sokaktaki evde durduğu dönemde arkadaşlarla birlikte müzik yapma denemeleri olmuştu:) ev konserlerinin gerçekleştirilmesi oldukça heyecan verici. Naçizane önerimse, her ne kadar hala öğrenci de olsalar, konseri evde de yapsalar, girişin ücretsiz olmaması gerektiği. Onca insan ağırlamak için girilen zahmet, biralar, ikramlar, vs bir yana; çaldıkları her bir parça için nasıl da aylarca, yıllarca çalışmak gerektiği, bunu canlı performansla sergilemek için mental olarak verilen mücadeleyi ve hiç olmazsa seyirci-dinleyiciye neler kattıklarını düşünülünce, bunun kesinlikle bir karşılığı olması gerekiyor. 5-10 TL gibi bir ücret olabilir, başka bir yere bağış olabilir, bira satışı olabilir ya da herkes bütçesine göre karar verdiği tutarı ödeyebilir… Günümüz kapitalist toplumunda herkes yaptığı işten, verdiği emek karşılığında ücret alıyorsa, ve konser müzisyenleri de bir kurumun maaşlı elemanı değilse, bir müzisyenin/sanatçının, işine ve çalışmalarına devam edebilmesinin tek yolu çalışmasının maddi karşılığını almasıdır. Nasıl ki ben “İç Kontrol ve Risk Yönetimini çok seviyorum, henüz Müdür bile değilim, sadece Uzmanım” deyip parasız çalışmıyorsam ve hiçbir patron bana bu emeği ücretsiz vermemi teklif edemiyorsa; her tür ve seviyedeki müzisyen de bunu diyebilmeli. Böylece, biz dinleyicilerin de aksini düşünmesini engellemeli. Henüz kullanım değeri üzerinden değil de değişim değeri üzerinden örgütlenen bir ekonomik düzende yaşadığımız için fiyatı olmayan hizmet ve ürünlerin değeri maalesef 0 olarak kabul ediliyor.
    
Tüm bu izlenimler ve güzel duygular eşliğinde adadan ayrılırken, yeni konserin 14 Kasım Çarşamba akşamı Kurtuluş'ta gerçekleşeceğinin de haberini vermek isterim. Yazımı, program notlarının başındaki Tatavla’dan Adaya’yı 1 cümlede özetleyen Philip Glass'ın sözüyle sonlandırıyorum:

“Müzik, siz -dinleyici- ile dinlediğiniz şey arasında varlık bulur…”



*Toplumbilim dergisinin Mart 1999'daki 9 numaralı Müzik Özel Sayısında Evren Çelik çevirisiyle yayımlanan bu makaleyi mutlaka okumanızı öneririm. Bulamazsanız benden isteyebilirsiniz; fotokopi çektirebiliriz.
Ayrıca, benzer dönemlerde okuduğum, Kandinsky'nin "sanat nedir ne değildir"i tartıştığı kısa ama oldukça kafa açıcı kitabı Sanatta Zihinsellik Üzerine'yi de şiddetle tavsiye ederim.

Monday, November 5, 2018

EkkoZone: Great Danish Contemporary Ensemble

Cazdan klasiğe, avangarttan etnik müziğe geniş yelpazede müzikleri ağırlayan Borusan Müzik Evi, 1 Kasım Perşembe akşamı 10. sezon açılışında aşırı iddialı ismiyle merak uyandıran EkkoZone: Great Danish Contemporary Ensemble'ı misafir etti. 2013'te Danimarkalı perküsyon sanatçısı ve besteci Mathias Reumert önderliğinde kurulan ve klasik avangard, minimalist ve deneysel müziğin sınırlarında dolaşan grup, kısa sürede birçok albüm yayınlamış ve çeşitli festivallerde boy göstermiş. Türkiye'deki 4. konserleri olmasına karşın, İstanbul müzik organizasyonlarını kalkındıracak denli konser müdavimi arkadaşım Burak'ın davetiyle ilk kez dinlemiş oldum; iyi ki de olmuşum.


Flütte Hélène Navasse, çelloda John Ehde, perküsyonda Raphaël Aggery ve Anders Kann Elte'nin çaldığı akşam, Tori Takemitsu'nun 3 perküsyon için yazdığı Rain Tree adlı eseriyle başladı. Akira Kurosawa filmlerinin müziklerinden hatırlayabileceğimiz bestecinin bu eserinde, marimba, vibrafon ve zillerdeki tane tane ve hafif dokunuşlarla, tahta, metal gibi değişik yüzeylere düşen yağmur damlaları metaforu açıkça duyuluyordu. Sonrasında Astor Piazzola'nın Grand Tango'suyla, uzakdoğunun doğayla iç içe atmosferinden çıkıp, Latin Amerikanın şehirlerine uzandık. Lakin perküsyonun, kulağımda hep Yo-Yo Ma'nın  piyano-viyolonsel kaydıyla yer etmiş olan bu parçada piyanonun sağladığı dinamizmi veremediğini düşünüyorum (çellistin de aynı tadı veremediğini belirtmeye gerek bile yok:).

Toplamda 4 parça seslendirilen konserin üçüncü ve en uzun parçası, çağdaş Danimarkalı besteci Ole Buck'un Roundelay adlı eseriydi. Reumert'ın sunumuyla, son yıllarda geliştirdiği özgün üslubuyla nordik minimalist müzikte fenomen olan 1945 doğumlu bestecinin bu yeni parçasını dinlemek için bile bu konsere gelmeye değerdi! Flütün oldukça önemli bir yer tuttuğu eserin orta bölümüyse bongo solosuyla heyecanı artırdı. Hızlı ve yavaş bölümlerin ard arda sıralandığı parçanın minör tonlarındaki yavaş bölümlerinde kendimi, upuzun örgülü saçlarımla kuzey fiyortlarını seyre dalmış, uzaktan görünen savaş gemisinden sevdiceğim sağ salim inecek mi diye bekleyen bir Viking olarak hayal ettim :)) 




Grup son olarak, Macar besteci György Ligeti'nin Hungarian Rock'ını seslendirdi. Solo klavsen için yazılan bu parçayı beşe bölerek sol eli elektronik klavyeye, sağ eli vibrafon ve bateriye dağıtmış, üstüne de çello ve flüt partileri eklemişler. Zaten  kompleks yazısıyla ve deneysel tarzıyla insanın aklını başından alan Ligeti'yi böyle bir ensemble'dan ve böyle çello ve bateri sololarıyla dinlemek benim için oldukça özgün bir deneyimdi. İlginç desenli gömleğiyle, enerjisi hiç düşmeyen, hatta giderek yükselen çellist John Ehde'yi izlemek de ayrı bir keyifti:)   


Performansın sonunda bis olarak Buck'un eserinden orta bölümü tekrar çaldılar ve alkışlarla konser sona erdi. Çıkışta, gelecek konserleri kontrol etmeyi unutmadık; aşağıdaki linkte 2018-2019 programını bulabilirsiniz.  İlk bakışta dikkatimi çekenler Yinon Muallem Quintet'in Back Home projesi ve Şevket Akıncı ve Hezarfen Ensemble'ın Escher Chronicles konserleri oldu.

https://www.borusansanat.com/tr/etkinlikler_5/borusan-muzik-evi_35/

Borusan Müzik Evi şık sahnesi ve özgün programıyla İstanbullular için bir şans. Umarım daha nice 10 yıllar burada güzel konserler izleeye devam edeceğiz. 









   

Sunday, October 21, 2018

İstanbul Filarmoni Derneği Moda Sezonunu Can Okan’la Açtı

1945 yılından beri İstanbul’un müzik yaşamına önemli katkılar sağlayan, kurucuları arasında Cemal Reşit Rey, Nadir Nadi, Halit Ziya Uşaklıgil, Lütfi Kırdar ve Afif Tektaş gibi isimlerin bulunduğu İstanbul Filarmoni Derneği, 20 Ekim 2018 Cumartesi akşamı, All Saints Kilisesi’ndeki çok özel bir konserle Moda sezonunu açtı. Can Okan’ın piyanoda J. S. Bach’ın İyi Düzenlenmiş Klavye eserinin 1. Kitabından seçme prelüd ve fügleri seslendirdiği konsere Aydın Büke de sesli program notlarıyla katkıda bulundu.  



Konserin kendisi kadar dinleyicileri de özeldi. Benim tanıyabildiğim kadarıyla İdil Biret ve eşi Şefik Bey, Toros Can ve kızı, Özgür Tuncer ve eşi, Can Okan’ın ablası müzikolog Sungu Okan (ve tabi ki ben de:) kilise sıralarını dolduranlar arasındaydı. Konserin başlamasını beklerken oturduğumuz kafenin sokağında, kiliseye doğru yürüyen İdil Hanımla ve eşiyle karşılaştık. Sokaktaki kuyruğu kesilmiş bir kedi için yuva aradıklarını söyledi.. (ne duyarlılık..) Ben kediyi göremedim, üzgünüm yardım da edemedim..

Saat 6 olduğunda, ağzına kadar dolan kiliseye (küçük olduğu için 100 kişi kadar kapasitesi olduğunu tahmin ediyorum) gittik, şanslıyım ki 4. sırada koridor yanında bir yer bulabildim. Piyanistin ellerini ve ayaklarını net göremiyordum ama en azından eğilince görebilecek durumdaydım. Aydın Büke’nin açılıştaki program notları, kendisinin de belirttiği gibi, saatlerce ve günlerce konuşulsa da söyleneceklerin bitmeyeceği Bach ve İyi Düzenlenmiş Klavye için oldukça doyurucuydu. Hans von Bülow’un “Piyanistler için İyi Düzenlenmiş Klavye eski ahit, Beethoven’ın 32 sonatıysa Yeni Ahit’tir.” sözüyle başladığı konuşmasına “Ben birşey söylemesem bile, birazdan dinleyeceğiniz müzik kendi adına ne büyük bir başyapıt olduğunu gösterecek. Tıpkı, Selimiye Camisinin ne büyük bir başyapıt olduğunu anlamak için mimar olmaya gerek olmadığı gibi.” diyerek devam etti. Yüksek lisansta 2 dönem kendisinden ders alma fırsatını bulduğum Aydın Büke’nin sanatlar arası böylesine geçişkenlikler yapabilecek entelektüel birikimini ve müzik tarihi anlayışını hem sözlü hem yazılı olarak baldan tatlı bir anlatım yeteneğiyle birleştirmesi bende her zaman hayranlık uyandırmıştır. Bunu, İDSO’da flüt sanatçısı olan birinin yapması daha da hayranlık uyandırmıştır. Çünkü maalesef, Türkiye'deki orkestra müzisyenlerinin kimi zaman kendi çaldığı eser için bile müzik üzerine okuyup araştırma yapanı yok denecek kadar azdır. Aydın Büke’nin bu özelliğinin ise kendisinin Kabataş Erkek Lisesinde okumasından ve tam zamanlı konservatuar eğitimine lisenin sonunda başlamasından ve sonrasında yurt dışında da okumuş olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Yine maalesef, Türkiyedeki konservatuar eğitiminde öğrencinin tüm vaktini enstrümana ve solfeje ayırması teşvik edilirken, okuma, yazma gibi uğraşlar arka planda kalıyor. Diğer okullarda da standart derslerin yanında entelektüel uğraşlar teşvik edilmiyor olmasına rağmen, konservatuar ilk okuldan başlayıp üniversitenin sonuna kadar aynı okulda devam ettiğinden, çocukların farklı dünyaları keşfetme şansı da düşüyor. Can Okan, entelektüel anlamdaki merakı ve kendini bu yönde de en az müzisyenliği kadar geliştirme çabası sebebiyle bu konudaki bir diğer istisnayı teşkil ediyor. Şüphesiz, burada piyanistliğin yanında orkestra şefliğinin (MSGSÜ orkestra şefliği ve kompozisyon bölümünde de oldukça entelektüel akademisyenler bulunmakta ve bu yönde gelişim teşvik edilmektedir) ve yurtdışında da okumuş olmanın avantajını yaşıyor. Bu kısa mütalaadan sonra konser izlenimlerime aşağıda devam ediyorum.

Aydın Büke, konuşmasının devamında, Bach’ın 1722’de İyi Düzenlenmiş Klavyeyi yazma saiklerine değindi. Bugün hala kullandığımız ve en basit anlamda bir oktavın 12 aralığa bölünmesini ifade eden tampere sistemden önce, 2 diyez ve 2 bemolden fazla arızası olan tonlarda ses uyumu yakalamak zor olduğundan kullanılamıyordu. Ancak, müzik dilinin olanaklarını artırmak, ve anlatım zenginliğini sağlamak için bu 12 sesten herhangi biriyle başlayacak majör veya minör tonların kullanılabilmesinin yolları araştırılıyordu. Andreas Werckmeister'in 17. yyda henüz Bach doğmadan öne sürdüğü sistem, bu soruya verilen yanıtlardan biriydi. J.S. Bach, tahminen 1706 yılında Buxtehude’yi ziyareti sırasında onun çalışmalarından haberdar oldu. Aydın Büke, Bach’ın tam da 12 tonda çok sesli müzik yapabilme ihtiyacına cevaben ürettiği, majör ve minör tonlarda olmak üzere 24 prelüd ve füg içeren İyi Düzenlenmiş Klavye eserini Werckmeister’ın önerdiği tampere sistemle yazdığını ve siyah tuşlarla başlayanlarda daha da zor parçalar yazarak bu yeni sistemin övgüsünü ve reklamını yaptığını belirtti. 

Müzik teorisi gerçekten bir derya deniz ve günümüzde zannedildiği gibi salt teknik bir durum değil,  antik yunandan beri felsefe ve matematik, sonrasında da teoloji gibi disiplinlerle iç içe geçmiş bir alan. Werckmeister’in teorisine  ve yaşadığı çağda ne anlama geldiğine ilişkin daha detaylı okumalar için basit aramalarla internetten bile birçok kaynağa ulaşabilirsiniz.

Aydın Büke’nin ardından, Can Okan da Bach'tan sonraki bestecilerin nasıl onun prelüd ve füglerinden etkilendiğine dair kısa bir sunum yaptı. Chopin, Scriabin, Rachmaninov ve Debussy gibi romantik bestecilerin prelüd serileri olduğunu ve her birinin Bach’la ve İyi Düzenlenmiş Klavye’nin birinci ve ikinci kitaplarıyla etkileşimlerinden kendilerince bir yanıt ürettiğinden bahsetti. Bunların arasında, çoğunu 1838 yılında Mayorka’da yazdığı 24 prelüdüyle Chopin’e ayrı bir yer vererek Bach’ın ve Chopin’in prelüdlerinden karşılaştırmalı örnekler sundu. Hatta Chopin’in bu seyahatinde yanına İyi Düzenlenmiş Klavye’nin birinci ve ikinci kitaplarını aldığı anektodu bu benzerlikleri daha anlamlı kıldı. Konsere katılamamış da olsanız dinleme önerisi olarak bu eserleri aşağıya yazıyorum. 


BACH
CHOPIN
BENZERLİK
1. Kitap Do majör Prelüd No1
Do majör Prelüd No1 
Başlangıçtaki arpej
1. kitap Sol majör Prelüd no15
Sol major prelüd No3
Giriş
2. Kitap Re bemol majör Prelüd
Raindrop Re bemol majör No15 
Orta partide devam eden ses



Bu güzel sunumların ardından, Do majör prelüd ve fügle konser başladı. Daha önce 8 Ocak’ta Süreyya Operası Fuaye konserlerinde 1, 4, 7, 8, 11-14, 18, 20, 23, 24 nolu Prelüd ve Füg’leri seslendiren Okan, bu defa süreyi kısa tutmak adına 1, 4, 8, 12, 13, 18 ve 20yi çaldı. (O konseri izlemediğim için karşılaştırma yapamıyorum maalesef) Favorilerimden olan C# minör füg ve Re# minör prelüddeki gerilimler ve çözümleri dinlemekten oldukça keyif aldım. Aydın Büke’nin dediği gibi, siyah tuşlarla başlayan tonlardaki parçalar daha zor olmasına karşın, özellikle F# majör prelüd ve fügdeki rahatlığı ve akıcılığı etkileyiciydi. 

Bilenler bilir, barok dönem yorumu, hele ki klavyeli çalgılarda, çok tartışmalı bir konudur. Bach’ın döneminde piyano olmadığı için, bugün piyanoda seslerin uzamadığı ve dinamik farklılıklara izin vermeyen klavsen üslubunda mı, yoksa Bach’ın bugünküler gibi geniş dinamik olanakları olan bir piyanosu olsaydı çalabileceği varsayılan romantik bir üslupta mı seslendirilmelidir? Bestecinin yazdıkları üzerinden, ne hayal ettiğine ilişkin tahminler geliştirmek çok mu cüretkar, yoksa, örneğin orkestral eserleriyle kıyaslayarak tutarlı bir yorum mu geliştirilmelidir? 0dan 1e uzanan bir doğrudaki sınırsız seçenekler arasında Okan, klavsene daha yakın bir üslubu benimsemiş. Yer yer pedal kullanımına karşın, çok uzamayan, kısa sesler ve dinamik skalanın çok geniş olmadığı bir yorum dinledik. Bunda piyanonun kalitesi ve mekanın akustiğinin etkisi de olduğunu düşünüyorum. All Saints Kilisesi çok hoş, özel bir yapı ancak ses beklenen kadar rezone olmuyor. Benzer şekilde, böyle küçük bir kilisenin kuyruklu piyanosu olması ve bununla konser yapma imkanı sağlamaları çok hoş, ancak Tomson marka piyanonun, piyanistin işini kolaylaştırdığı söylenemez! (Öğrenci resitallerinde Boğaziçi Üniversitesinin Albert Long Hall salonundaki Steinway’den All Saints’teki Tomson’a farklı piyanolarda çalma şansına eriştiğim için bunu biraz daha gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum.)


Aydın Büke’nin giriş konuşmasında “Ben birşey söylemesem bile, birazdan dinleyeceğiniz müzik kendi adına, ne büyük bir başyapıt olduğunu gösterecek.” sözünü doğrular şekilde, Bach’ın dehasına bir kere daha hayranlık duyarak dinlemeye devam ettim Can Okan’ı. Bunda piyanistin, eserin içine girerek, onu kendi süzgecinden geçirerek parçaların özünü yansıtabilmekteki başarısının etkili olduğunu düşünüyorum. Teknik olarak, orkestra şefi olmasının avantajıyla da her partiyi tane tane duyurması, aralarındaki dengeyi çok iyi sağlaması, piyanist olarak klavyeye hakimiyeti ve dokunuşundaki naifliğin yanı sıra, iyi kontrol ettiği belli olan gücü, parçaların daha da kendilerini göstermesini sağladı. Diğer yandan, çok kaliteli bir hasadın üzümleriyle yapılarak yıllanmaya bırakılmış bir şarap gibi, bu sağlam temelin üstüne, yıllar içinde piyano repertuarının bu en temel eserini çok daha iyi özümseyeceği ve cümlelerin noktaları virgülleri, soru işaretleri, ünlemleri ve nefes alış verişlerini daha belirginleştirip daha özgün bir üsluba evrileceğini düşünüyorum.     

Normalde de çok iyi fotoğraflar çekebildiğim söylenemez ama
konser sırasında saygısızlık etmemeye çalışırken iyice kötü çekmişim:)
Konserin sonunda bis olarak yine Bach’tan Busoni uyarlaması bir koral seslendirerek kapanışı yaptı. 

Aydın Büke’nin İstanbul Filarmoni Derneği Yönetim Kuruluna girmesi ve Derneğin böylesi dolu bir sezon programı hazırlaması çok heyecan verici. En yakını 17 Kasım’da yine Modada, 25 Kasım’da Grand Pera Emek’tekiler olmak üzere, 18 Mayıs'ta Toros Can ve Deniz Yetim'le gerçekleşecek sezon kapanışına kadar gelecek konserleri iple çekiyorum. 

Wednesday, September 5, 2018

Heiligenstadt, Beethoven

Seyahat yazılarım arasına aldığım bu yazı, şüphesiz, Romantizme yolculuğumla ilişkili; bir o kadar da yalnızca Tezer Özlüvari1 ölmüş duygudaşlarla buluşma anlamı taşıyor. 

Venedik'te Ölüm üzerine Müzik Bilim Dergisi'nin ilk sayısında yayımlanan Erdem Çöloğlu yazısını açtığımda, yine aynı sayıda çevirisi yayımlanmış Beethoven'ın Heiligenstadt Vasiyetnamesi'ni okumayı yıllardır ertelediğimi fark edip onu okumayı öne aldım.  Bu metinde yer alan "Ey insanlar, bunu okuduğunuz zaman, bana haksızlık ettiğinizi düşününüz ve talihsiz kişi, değerli sanatçı ve insanlar arasına kabul edilmek için gücünün yettiği herşeyi doğanın engellerine rağmen yapmış, kendine benzer birini bulmakla avunsun." ve her ne kadar o satırları yazarken 32 yaşında olsa da "28 yaşında filozof olmaya mecbur kalmak kolay değil; herhangi birine nazaran bir sanatçı için daha zor." cümleleri genç Beethoven'la duygudaşlık kurmamı sağladı. 

Bir yandan, "insanlar arasına kabul edilmek" ifadesi sarsıcıyken (çünkü sanatı dışında onun insanlar arasında kabullenilmesini sağlayacak bir özelliği olmadığını düşünüyor ve o yıllarda henüz doğmamış psikolojik yaklaşıma göre belki de ailesi tarafından öyle yetiştirilmesinin, yani sevgi görmenin tek yolunun bu olmasının ceremesini çekiyor) bir yandan benim de 28 yaşında olmam bu satırların nezdimde parlamasını sağladı.

Yaklaşık 10 ay önce, duyuşumda bir anda başlayan tuhaflık nedeniyle KBB'ye gittiğimde ve sağ kulak zarımda büyük bir yırtık olduğunu ve ameliyat gerekebileceğini öğrendiğimde aklıma ilk olarak Beethoven gelmişti (bir de yıllar önce kulak zarı dikme ameliyatı geçirmiş olan annem tabi ki:). 

İnsanlar arasında kabul görmenin tek yolunun sanatı; yani yapıp ettikleri olduğunu ve işitme duyusunu kaybetmesiyle birşey yapıp edemeyeceğini zannetmesinin henüz 28-32 yaşındayken intihara varan kötü bir psikolojiye sürüklemesi de kendimle benzer bir çocukluk hikayesi kurmama neden oldu. Bende intihar olarak değil belki ama kendini sabote etme şeklinde sonuçları oldu. Tam bu noktada, sadece müzik geçmişi ya da sadece müzik-dışı geçmişi olanlara fazla birşey ifade etmeyecek ama ikisine de aşina olanlara ya da çok disiplinli hayatlar sürenlere anlamlı gelecek bir şey söyleyeceğim. 

80'lerden beri yaşanan Türkiye hikayesinde "derslerinde iyi" olan çocukların Fen ve Matematiğe yönlendirildiği hepimizin malumudur. Bu durumdaki çocuklar iki uçta bulunur: 

1) Bir sebeple (kötü öğretmen, farklı genetik, sıkıntılı aile ilişkileri, vb) Fen ve Matematiğe yatkın olmayıp başka konulara yetenekli olabilecek çocuklar (bunların çoğu keşfedilemezken şanslı birkaçı yetenekli olduğu alana yönlendirilebilmiş ve "hayatını kurtarabilmiş"tir).  

2) Bir sebeple zekası, algıları, çalışma disiplini ve öğrenme azmi yüksek olup "ne olsa yapacak" çocuklar. Ben kendimi bu grupta görüyorum. Ama birçok okul arkadaşım gibi zeka olarak daha iyi olduğumdan değil; çalışma disiplinim olduğundan ve öğrenme azmim yüksek olduğundan. Bunun nedeni de; Beethoven'ın kendiyle ilgili bahsettiği gibi "değerli sanatçı ve insanlar arasına kabul edilmek için gücünün yettiği herşeyi doğanın engellerine rağmen yapmış" olmaktan kaynaklanıyor. Bu konuda sayfalarca mütalaa edebilirim ama en iyisi yüz yüze konuşmak.

Toparlamak gerekirse;

Beethoven'ın sağırlaşacağının engellenemeyen bir durum olduğunu anladığında intihara kadar sürüklenmesi, o yaşına kadar ailesinde ve bu yönelmeyle toplumda da sadece müzik yeteneğiyle (çünkü babası da müzisyendi. örneğin fizikçi olsa, oğlu Ludwig beethoven da fizikçi olurdu veya fırıncı olsa fırıncı, vb) kabul görmüş ve para kazanmış olmasıdır. Sevgiye ulaşabilmesinin tek yolu, anne-babasinin ona sevgi gosterme sekli olan iyi muzik yapabilme yetenegini tekrar etmesidir. Yani sevgiye ulasma paterni, ailesinin sundugu tek yol olarak muziginde basarili olmaktir.

Bu vasiyette beni etkileyen diger ifade "28 yaşında filozof olmak" ve 32 yaşında intiharı düşünmek, yakın zamanda okuduğum Fikirler İçin Ölmek adlı kitapta iddia edildiği üzere, savunduğu fikirleri, onlar için ölerek taçlandıramadığı/tutarlı kılamadığı sürece toplum içinde bir yeri olmayacağını düşünen filozof/düşünür karakterini çağrıştırıyor. Neyse ki, aynı zamanda bir patrona/mesene feodal ilişkilerle bağlı kalmayıp kentin burjuvalarının desteğiyle yaşamını sürdürebilmiş olması bakımından ilklerden birini temsil etmesi bağlamında, "sağır bir müzisyen" olması ölmesini gerektirecek bir karşıtlık doğurmuyordu. Yani sağır bir muzisyenin, iktidari elestiren bir filozofla  benzerligi yoktu. Ayrıca, "şehit filozoflar" gibi varoluşu, gerçeği ama yalnızca gerçeği söylemek (parresia) olmadığı için, Heiligenstadt'ta intihar ederek değil; etmeyerek tarihe geçen biriydi.  









1Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk ismiyle Türkçede yayımlanmış kitabında sevdiği yazarların izinden bir Avrupa Yolculuğu yapmaktadır. 









Wednesday, August 29, 2018

de Baudelaire

Sevgilim,
Bunları sana hem uzaktan
Hem de yanı başından yazıyorum.
Yalnız bir harf var şehirlerimizin arasında
Dudaklarımızın arasındaysa haftalar..

Sevgilim,
Baudelaire ne demiş Paris Sıkıntısı'nda:
"Anlaşmak böylesine güç işte,
düşünceler böylesine birleşmez şeylerdir,
(...) sevişenler arasında bile!"

Dedim ki
Tam tersine
Düşüncelerimiz birleştiğinden
baktığımız her şeyde
sevişiyoruz böylesine..

Asla Gitmiş Olmayacaksın

Nicedir bir yol var aklımda
Uzanan tek yöne
Hem dışarıdaki
Hem içimdeki ülkelere

Yollar büyülü, heyecanlı,
Tekinsiz ve esrarlı
İlk adımı atacak
cesaretim var mı?

Sanıyorum ki ev dediğin
Dört duvar ve eşyalar
değil, kalbindeki odacıklar
ve içine sığdırdıkların.

Öyleyse kolay;
Gittiğin ülkelerde evsiz kalmayacaksın.
Öyleyse imkansız;
Asla onu bırakamayacaksın.

Tuesday, August 21, 2018

SOKAKLARDAN SALONA KLASİK GİTARIN ÖYKÜSÜ

Bir sokak çalgısı olan naylon telli gitar, Endülüs’lü Andres Segovia’nın hayat boyu sürdürdüğü eşsiz ve titiz çalışmaları ve inancı sayesinde sokaklardan konser salonlarına girmiş; hak ettiği saygınlığı kazanarak dünyanın her yerinde kalabalıkları etkileyen bir solo enstrüman haline gelmiştir. Hayatı boyunca verdiği sayısız konserleri, bestecileri etkileyerek yazılmasına vesile olduğu sayısız solo gitar eseri ve gitar repertuvarına kazandırdığı birçok aranje çalışması ile Segovia klasik gitar dünyasına paha biçilemez bir miras bırakmıştır.

Gitar, Pablo Picasso, 1912

Gitarın Doğuşu 


Kordofon (telli çalgı) sınıfından bir çalgı olan klasik gitar günümüzdeki formunu binlerce yıllık bir maceranın sonunda almıştır. Seslerin iki sabit nokta arasına gerilen bir ya da daha fazla telin titreşimiyle üretildiği kordofonların kökeni tarih öncesi çağlara kadar uzanarak Eski Mısır, Hitit ve Antik Yunan eserlerinde karşımıza çıkmaktadır. Günümüzdeki gitara benzer en eski çalgı, M.Ö. 1300’lerden kalma Hititler'e ait bir taş kabartmada görülmektedir

Bir Antik Yunan efsanesine göreyse arzunun ve tutkunun enstrümanı sayılan gitar, Defne ağacının gövdesinden yapılmıştır. Hikayeye göre, aşk perisi Eros tarafından okla vurulan Apollo, genç peri Daphne’ye aşık olur. Ancak tam tersi etkisi olan bir okla vurulmuş olan Daphne, Zeus’un oğlu Apollo’dan köşe bucak kaçmaktadır. Apollo’nun ona yaklaştığını ve yakalamak üzere olduğunu gören Daphne, Nehir Tanrısı olan babasına onu kurtarması ya da başka bir şeye dönüştürmesi için yalvarır ve Apollo’nun gözlerinin önünde Defne ağacına dönüşür. Bunun üzerine Apollo, Defne ağacından ilk gitarın öncülü sayılabilecek olan liri yapar.


Sonradan lavtaya (lut olarak da bilinir) dönüşerek gitarın atası sayılan ud, Ortaçağ’da İspanya’nın Endülüs bölgesinde İslam Devletleri'nin hüküm sürdüğü dönemde Avrupa’ya gelmiştir. 15. yy'da Endülüs’teki Müslüman hakimiyeti sona ermesine rağmen etkisi uzun süre devam etmiş; bu dönemden kalma İslam, Sefarad ve çingene kültürlerinin harmanlanmasıyla oluşan Flamenko günümüze kadar popülerliğini korumuştur. 16. yy'da hem solo hem de eşlik amacıyla Rönesans gitarı denilen çalgı kullanılmış; sonrasında 17. yy'da yerini Barok gitara bırakmış; bu ise 18. yy sonlarında Romantik gitara dönüşerek ömrünü tamamlamıştır. Romantik gitarın yerini 19. yy'ın son çeyreği ve 20. yy'ın ilk yarısına damgasını vuran gitar yapımcısı İspanyol Antonio de Torres’in adıyla anılan Torres gitarı almıştır. Günümüzde tüm dünyada “klasik gitar” ismiyle anılan ve yeni yapım teknikleriyle üretilen gitarlar kullanılmaktadır. Gül ağacı, maun, abanoz, ladin gibi birçok farklı ağacın bir arada kullanılabildiği bu gitarlarda neredeyse ormanın sentezlendiği düşünülürse günümüz gitarlarının eriştiği büyülü tını daha da anlamlı hale gelmektedir.

13. yy. İspanyası’na ait bu minyatürde
“guitarra latina” (Latin gitarı)
ve “guitarra morisca” (Mağrip gitarı)
isimleriyle anılan iki çalgı görülmektedir.



Andres Segovia ve Modern Gitar Müziğine Yön Veren Besteciler 


20. yy. gitar müziğinin en büyük virtüözü olarak kabul edilen İspanyol Andres Segovia, klasik gitar müziğinin bugünkü düzeyine gelmesinde büyük katkılarda bulunmuş; birçok bestecinin hayranlığını kazanarak gitar için birçok eser yazılmasını ve gitarın konser salonlarındaki yerini almasını sağlamıştır. 

8 yaşından itibaren müzikle uğraşmaya başlayan Segovia, ailesinin “saygın olmadığı” gerekçesiyle karşı çıkmasına ve hukuk eğitimi alması yönündeki ısrarlarına rağmen gitarın büyüsüne kapılmıştır. 1912 yılında henüz 19 yaşında ilk kez Madrid’e gittiğinde, burada ünlü gitar yapımcısı Manuel Ramirez’in atölyesine yaptığı ziyaret belki de klasik gitarın yazgısını değiştirmiştir. Segovia’nın atölyedeki bir gitarı çalışına hayran kalan Ramirez, gitarı ona vermek istemiş ancak Segovia parası olmadığı için bunu alamayacağını söyleyerek reddetmiştir. Bunun üzerine “Delikanlı, lütfen bu gitarı al ve çalmayı asla bırakma. Ücretini bana parayla değil, klasik gitarı meşhur ederek ödemeni istiyorum.” diyerek Segovia’ya İspanyol klasik gitarının gelecek 30 yıllık serüveninde eşsiz bir rol oynayarak kendisine eşlik edecek olan enstrümanı vermiştir. 

İlerleyen yıllarda Segovia Avrupa, ABD ve Güney Amerika’da gerçekleştirdiği ve büyük başarı sağlayan konser turneleriyle, dikkatleri hem kendi üzerine hem de solo konser enstrümanı olarak klasik gitarın üzerine çekmeyi başarmıştır. Segovia, gitara başladığında gitarın sanat icrası için değil, popüler eğlencelerde şarap ve kadınlarla birlikte şarkılara ve dansçılara eşlik etmek için kullanıldığını ifade etmektedir. Çalgı üzerindeki algının değişmesiyle gitar, tüm dünyada büyük konser salonlarında kendisine yer bulan bir çalgıya dönüşmüştür.

Segovia, çocukluğunda içinde yeşeren müzik tohumunun 10 yaşında Granada’daki Elhamra Sarayı’nı ilk kez gördüğünde ekildiğini düşünüyor.

Geçmişte sadece gitarist kökenli bestecilerin eser verdiği ve büyük ölçüde İspanyol etkisinde olan gitar müziği, 1920 sonrasında Andres Segovia’nın girişimleriyle gitarist olmayan ve daha çok senfonik eserler veren bestecilerin katkılarıyla, büyük form ölçekli, melodik ve armonik açıdan zenginleştirilmiş eserlerle genişlemiştir. Segovia bu durumu, “Ben başladığımda gitar bir kısır döngü içindeydi; gitar için yazan besteci yoktu, çünkü virtüöz gitaristler yoktu.” diyerek açıklamaktadır. Gitar müziğinin kanıksanmış İspanyol olma özelliği bu süreçte kırılıp Meksikalı, İtalyan, Brezilyalı ve Polonyalı bestecilerin eserlerinin seslendirilmesiyle evrensel bir boyuta taşınmıştır. Bir zamanların garip, başıboş sokak çalgısı olan solo gitar için 1950’lere kadar gitarist olmayan besteciler tarafından 300’den fazla eser yazılmıştır.

Gitar Tınısının Eşsizliği 

İspanya tarihinin başlangıcından beri sokaklarında Endülüs ruhunun melankolik bir yansıması olan gitar sesinin yankılandığı rivayet edilmektedir. İspanyol şair Eugenio d’Ors Gitarın Şarkısı adlı şiirinde gitar tınısının büyüsünü ve doğallığını anlatmak için “Piyanonun şarkısı söylev, çellonun şarkısı ağıt, gitarın şarkısıysa şarkıdır.” demiştir.

Yaşlı Gitarcı, Pablo Picasso, 1904

Segovia gitarı, bizimkinden daha küçük ve narin bir gezegenden duyduğumuz ya da teleskobun tersinden bakılan bir orkestraya benzetmektedir. Gitarın şiirsel ve melankolik sesinin, tını çeşitliliği ve armonik zenginliğinin onu kendisine çektiğini söylerken içinde tüm orkestrayı barındıran eşsiz bir çalgı olduğunu belirtmektedir.

Türkiye’de Klasik Gitar 

Türkiye’de gitar ilk olarak 18. yy sonlarında Osmanlı Sarayı’nda kullanılmış; bu dönemde saraydaki bazı müzik dersleri gitar eşliğinde verilmiştir. 1830’lardan sonra ise Fasl-ı Cedid adı verilen ve doğu ve batı müziği enstrümanlarının birlikte kullanıldığı fasıl gruplarında bir eşlik çalgısı olarak yer almıştır. 19. yy sonlarıyla 20. yy başlarında İstanbul’da saray dışında da Batı müziğine karşı giderek artan ilginin sonucunda çoğunlukla popüler müzik topluluklarında ya da şarkıcıların arkasında bir eşlik çalgısı olarak kullanılmıştır. Gitarın giderek yaygınlaştığı bu dönemde çoğu Rum evinin duvarında bir gitarın asılı bulunduğu ifade edilmektedir.

Gitar-Kolaj, Pablo Picasso, 1913

Cumhuriyet döneminde çalgının yaygınlaşmasında kurumsal ve akademik çalışmalardan çok bireysel çabaların öne çıktığı görülmektedir. Ülkemizde ilk klasik gitar konserleri 1930’lu yıllarda İstanbul’da yaşamakta olan Andrea Paleologos tarafından gerçekleştirilmiştir. Paleologos, Cumhuriyet’in ilk 50 yılında klasik gitar eğitiminin de öncü ismi olmuş, yetiştirdiği öğrenciler Ziya Aydıntan, Can Aybars ve Reşit Ertüzün’le birlikte klasik gitar eğitimciliğinin ilk kuşağını temsil etmiştir. Türkiye’de klasik gitar akademik olarak ilk kez 1973 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, sonrasında 1977 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda okutulmaya başlanmıştır. 2015 yılında yapılan bir araştırma ülkemizdeki 26 konservatuvarın 16’sında klasik gitar eğitiminin yer aldığını ortaya koymuştur. Günümüzde gitar neredeyse herkesin yaşamına az veya çok değebilmiştir. Türkiye’deyse özellikle son 10 yıldır yaygınlığı artarak daha çok genç tarafından çalınmaya, konser salonlarında kendine daha çok yer bulmaya ve giderek daha çok insanın kalbinde yer kazanmaya başlamıştır.

Klasik Gitar Dinleme Önerileri

J. S. Bach Çello Süitleri (gitar uyarlamaları) 
Domenico Scarlatti Sonatlar (gitar uyarlamaları) 
Joaquin Rodrigo Concerto de Aranjuez, Soylu Bir Centilmen İçin Fantezi 
Federico Moreno Torroba Suite Castellana ve Piazas Caracteristicas 
Mario Castelnouva Tedesco Gitar Sonatı, Op. 77 
Enrigue Granados 12 İspanyol Dansı


*Bu yazı, Anadolu Sigorta'nın iç yayın organı olan Maksimum Biz dergisinin 2017 yılı bahar sayısında yayımlanmıştır.
https://www.anadolusigorta.com.tr/i/content/134_2_Maksimum_Biz_Mayis_2017.pdf


Friday, June 1, 2018

Köln havaalanindan kendime not

Icimden akan durdurulmaz, siddetli,
bir o kadar yorucu ve korkutucu
Yetisme telasi, o dinmeyen aci
Ve beklemeyen hayat
Dizginlenemeyen sanci
Sanki yasamin ona bagli
Ki havaalanlarinda gunes batmistir dogmasini bekletir
Nasil dersin bir seye hem bunca bagimli
Hem lanetli bir mutlulukla bagli
Olunur

Onunden gidersin bazen,
Sana gelmesini beklemek,
Belirsizlik, korkutur
En hizli kostugun anlar
durup beklediklerin
En korktugunu sandiklarin
Yenmek icin yuzlesmendir

Bazen de cozmek icin attigin adimlar
Ve tum cabalar
Arttırmıştır düğümleri
Ayagina dolanan ve düşürenler seni
Kendi elinle basina sardiklarindir

Icimden akan, durdurulmaz, siddetli zaman
En yakinin sandiklarin dusmandir
Bir an gelir anlarsin
Onlar degil, sen kendine düşmansın
Sende eksik olani hersey sanirsin
Kanatırsın yaralarını
merhem surdugunu zannederken

Sanirsin ki ayni hatayi bir daha yapmayacagim
Bilmediginse
Ayni nehirde iki kere yikanilmaz,
Onceden bildiklerini sandiklarin
Belki bugunku dusmanlarin.
Dizginleyemedigin duygularinsa
dostlarindir

Iste durdurulamayan ve aranan cevap
Hangisine inanacagindir.
Cunku bilinen odur ki
her tercih bir vazgecistir

ve insan, ayaginin surcecegi tasi
Kendi cebinde tasir
Cebinde taslarla
Yuzmeye calistiginda
Batacagin gercektir,
Ne kadar hizli, ne kadar iyi yuzerse yuzsun
Balik gibi kayiverir
Ellerinin arasindan kaygilarin
Ama gider en basit, parlak, lezzetli yeme, oltaya tutulur

Belki açlıktansa, oltadaki yemi yiyerek ölmeyi sectin
O an en dogru karari verdin
Yine de vazgectiklerin pesini birakmaz
ve dolarsa son cirpinislarin pişmanlıkla
Bil ki bir balik degilsin
Ve bundan kurtulabilirsin

Bundan sonra kendini yarali,
Kaybetmis,
tum gecmisine ihanet etmis
Ve daha neler
Diye suclama.
Hayata, kaygilarina ve yorucu da olsa arzularina boyun egmek,
Kosulsuz ve sartsiz sevilmeyi, duyulmayi, görülmeyi ve anlasilmayi istemek,
Pismanlik doğurmamalı.
Ayni hatayı kac kere daha yapacağını düşünmemeli
Çünkü
Hayatin boyunca bunu daha cok yasayacaksin
Hayal kırıklığına uğrayacaksın.

(Iyi ki hala hayallerin var)

Icimden akan dizginsiz, eyvallahsiz arzular
Küçük bir cocuk gibi
Bitmek tukenmek bilmez bir enerji
Maalesef
Arzular cocuk ama beden yaslaniyor
Bunun icin kendini suclama
O cocuk hep orada
Bastirmaya calisma
Onu ac birakma
(yoksa oltaya yakalanir)
Onu fark et,
Onu duy,
Onu anla
Yoksa
O kendini sana duyuracak ama
Buna hazir olmayacaksin
Kendini sorgulayacaksın:
Nerede yanlis yaptin

Hatayı dışarıda arayacaksin
Düşmanlar yaratacaksin belki de en iyi dostlarindan
En yakinindakilerden bileceksin
Ama daha da yakına, kendine bak
Asıl faili goreceksin

Uykularin bolunecek,
Yapacaksın yine, artık yapmam dediklerini.
Bir gün, yarattigin dusmanlari infaz edecek
Diger gun intihar edeceksin
Tanıyamayacaksın kendini
Tum tutarli olma cabalarin bosa gidecek
Korkacaksin rol yaptigini herkes bilecek diye
Korkacaksin gitmesinden elinde kalanların da
Korkacaksin hislerinden,
Isteklerinden, kaygilarindan
Korkacaksin insanlardan, sokaklardan, barlardan veya evlerden
Korkacaksin korkmaktan

Yalnız kalmaktan korktukça artacak yalnızlığın

Rüyalarında
Önce uçacak, düşeceksin sonra
Hep gece yükselecek,
Gunduz en dipten baslayacaksin
Rüyalarında
Direksiyona hakim olamayacaksin
Yakalanacaksin
Polisler bile senin tarafinda degil
Apartman dolusu insanlar
Hep seni suçlayacak
Kaçamayacaksın
Ayakların ufacik odalara dolanacak
rüyalarında
Adım atamayacaksın
Seccade çıkan klavye kılıflarını karıştırdığın anlaşılacak
Kendi kendini işten atacaksın
Ruyalarinda bile evin yok
Ait oldugun bir yer ve bir adam yok
Kara orumceklerle dost olup
Arkadaslarini aglatacaksin
Sonra unutacaksın
Görünmez olacaksın rüyalarında,
Hem görünmemek hem görünmek isteyeceksin aynı anda
İtalya'da çıplak kalacak,
Yüzdüğün kara sularda dalgıçlarca dikizleneceksin..

Cevaplar arayacaksin,
Sorular mi yanlis diyip yenilerini arayacaksin,
Kimi görsen soracaksın
(çünkü kendi cevabın tatmin etmiyor, yetmiyor)
Her gune yeni bir cevap, her biri birbirinden dogru
Yine de duzeltmiyor icinde bulundugun durumu
Icten ice bildiginse,
Ne kadar zayif hissettirse de
Degistiremeyecegin
Ve tam da savasmayi birakman gereken
Icindeki cocuktur
Icindeki sen;
Tum gecmisini, silahlarini kusanip da gelsen
Nefessiz birakip yok da saysan
O arzularin ve korkularin
Yine sen oldugunu bilmen
Ve yapman gereken
Kendini beslemen ve sevmen

Diyeceksin ki
Icimden akan durdurulmaz, siddetli,
bir o kadar yorucu ve korkutucu
Yetisme telasi, o dinmeyen aci
Ve beklemeyen hayat
Dizginlenemeyen sanci
Gunesi beklerken
Yabanci bir ulkede
Gelip beni bulur
Cunku hic terk etmemistir
O hep icindedir, besleyicidir

Sevilmek, duyulmak ve görülmek istedigin icin
Suclu degilsin
En derin karanligi gordun,
artik gunes dogabilir