Murger Tomb

Murger Tomb
Henri Murger, Cimetiére de Montmartre, Eylül 2015

Saturday, January 18, 2020

İstanbul Avrupa Korosu ve Camerata Barok İstanbul'dan Görkemli Bir Konser

İstanbul Avrupa Korosu ve Camerata Barok İstanbul'dan Görkemli Bir Konser


16 Ocak akşamı, Moda Assomption kilisesinin duvarları, Barok ve Klasik dönemin görkemli eserleriyle yankılandı. İstanbul Avrupa Korosu ve Camerata Barok Istanbul topluluklarının solist şarkıcılarla seslendirdiği üç eser, dışarıdaki dondurucu soğuğa karşı, Fransız Katolik Kilisesi’nin sıralarını dolduran müzik severlerin içini ısıttı. Bu çok özel konserin ev sahipliğini 1860’lı yıllarda inşa edilmiş ve tam adıyla Notre Dame de L’Assomption (Muhterem Validemizin (Meryem Ananın) Göğe Yükselişi) Kilisesi gerçekleştirdi.
​​
Konserin ilk eseri, W.A.Mozart’ın babası olarak tanıdığımız, aslında kendisi de besteci, şef, müzik öğretmeni ve kemancı olan ve Salzburg sarayında görev yapan Leopold Mozart’ın (1719-1787) Do Majör Missa Brevis (K.115 ; K⁶.166d) adlı koraliydi. 1771 yılında yalnızca Kyrie, Gloria, Credo ve Sanctus bölümleri bestelenen missanın Benedictus ve Agnus Dei bölümleri sonradan tamamlanmış. 4 ses ve org için yazılan bu eserin ilk olarak oğul Mozart’a ait olduğu düşünülse de sonradan bu fikirden vazgeçilerek Leopold’e hakkı teslim edilmiş. Yaklaşık on dakika süren bu eserle İstanbul Avrupa Korosu, Lena Şenol’un elektronik piyanoyla gerçekleştirdiği org eşliği ve şef Paolo Villa’nın yönetimiyle, göz dolduran bir performansla açılış yaptı. 

Resim

1960’ların başında “Deutcher Singkreis” (Alman Korosu) adı altında İstanbul’un Alman cemaati tarafından kurulan ancak 1991’de bir grup Fransız koristin de katılmasıyla “İstanbul Avrupa Korosu” olarak yeniden adlandırılan İAK, İstanbul’un en eski amatör çok sesli korosu olarak bilinmektedir. Farklı kültürlerden, yaş gruplarından, mesleklerden, dinlerden ve etnisiteden oluşan yetmişe yakın üyesiyle, İstanbul’un özgün, çok-kültürlü dokusunu yansıtan bağımsız, kar amacı gütmeyen bir topluluk olma misyonunu benimsemiştir. Türkiye’de bir çok eserin prömiyerini gerçekleştiren İAK’nin 2010’dan bu yana korrepetitörü Lena Şenol olup 2018 yılından beri de şefliğini Paolo Villa üstlenmiştir.

İkinci eser, Joseph Haydn’ın (1732-1809) Te Deum’uydu (Hob.XXIII c:2). 1800 yılında yazılarak Avusturya Macaristan İmparatoriçesi Marie Therese’e ithaf edilmiş Do major tonundaki eser, Allegro, Adagio ve Allegro Moderato bölümlerinden oluşuyor. Haydn’ın bu eserinde Gregoryan ezgisi Te Deum kullanılıyor ve solist bölümü bulunmuyor. Camerata Barok Istanbul ile koronun birlikte, klasik dönemde popüler olan büyüklük duygusunu ve dev yapılı orkestra ve koroları yansıtan görkemli bir performans gerçekleştirdi.

Camerata Barok Istanbul Orkestrası, 2011 yılında kurulduğundan bu yana, gerçekleştirdiği özgün konserlerle Türkiye’de Barok müzik konusunda önemli bir yer tutmaktadır. Her biri kendi alanında ustalaşmış müzisyenlerden oluşan topluluk bu akşamda 12 kişiden oluşan kadrosuyla yer alıyordu. Topluluk, Trompet ve Timpani gibi enstrümanların da yardımıyla, Haydn’ın Te Deum’unun gösterişini başarılı şekilde ortaya çıkardı.

Üçüncü ve son eserde, Haydn’ınkinden bir yüzyıl daha eskiye giderek, Marc Antoine Charpentier’in (1643-1704) H.146 numaralı Re major Te Deum’unu dinledik. Charpentier’nin 1688-1698 yıllarında Grand Motet olarak bestelediği ve Eurovizyon yarışmasının açılış müziği olarak da hatırlanabilecek bu eserde koro ve orkestraya solistler de eklendi. Soprano Bezmi Hazal Ekşi, Alto Seda Taşpınar, Tenor Volkan Çelik ve Bas Atilla Gündoğdu ile birlikte sahnedeki seksenin üzerindeki müzisyenin seslendirdiği bu coşkulu eser Kiliseyi dolduran tüm dinleyiciler tarafından beğeniyle alkışlandı.

Ceren Tosun

Bu yazı, Koro Kültürü Derneği'nin Mart 2020'deki 17. bülteninde yayınlanmıştır.
http://www.korokulturu.org/

Tuesday, January 14, 2020

Bir orgun yeniden doğuşu

Büyükdere Santa Maria Kilisesi'nin neredeyse yüz yıldır sessiz kalmış orgu, yeni yılın ilk Pazar'ında düzenlenen konserle onlarca yıllık sessizliğini bozdu ve adeta yeniden doğdu! Beklenmedik şekilde bastıran yağmura, rüzgarlı ve soğuk havaya rağmen bu tarihi anı kaçırmak istemeyen İstanbullu müzikseverler, İtalyan Konsolosluk temsilcileri ve Latin Katolik Kilisesi'nin üst düzey temsilcilerinin sıraları doldurduğu akşam, oldukça başarılı geçti. 

Org çalan kadın ve eroslar, Büyükdere Santa Maria Kilisesi'nin girişi, sağ üst duvar
İstanbul Pipe Organ Team tarafından 2019 yılının sonbahar aylarında tamir ve bakımı gerçekleştirilen 1896 tarihli Avusturya-Macaristan menşeili Gebrüder-Rieger org (Op.518), (İstanbul Pipe Organ Team'in instagram sayfasından alıntıladığım bilgilere göre) ilk olarak, Harbiye'deki Fransız Lisesi'nin şapelindeki ayinlerde çalınmak için yapılmış. Kilise korosuna ve derslerde öğrencilere eşlik için kullanılmış olması da oldukça muhtemel.  Lise'ye daha büyük bir şapel yapılarak yeni bir Cavaille-Coll markalı Fransız orgunun getirilmesi sebebiyle ise 1914 yılında söküldüğü düşünülüyor. İçine yazılan notlardan, 1919'da yeniden birleştirildiği, 1921'de ise tekrar sökülüp birleştirildiği öğrenilmiş ancak bunların sebebine ilişkin bir bilgiye ulaşılamamış. Henüz akıbeti kesin olarak bilinemese de orgun 1914 yılında Santa Maria'ya getirildiği düşünülüyor. 

5 Ocak 2020 Santa Maria Kilisesi Konser Programı
Principal, Rohrflöte, Salicional, Octava ve Dulce'den oluşmak üzere yalnızca 5 register'ı olan, pedal bulunmayan ve tek klavyeden oluşan bu mütevazi orgun çoğu enstrümanda bulunmayan olumlu bir özelliği ise transpoze edilebilir olması. Öğrenci eşliğinde kullanılma öngörüsüyle klavyenin yarım/tam ton aralıklarla tiz veya pese kaydırılabilmesi, bu konserde dinlediğimiz gibi vokal veya nefesli enstrüman eşliği için onu çok avantajlı kılıyor. Gerek performans, gerek prova ve akortlarda oldukça güçlüğe yol açan olumsuz bir özelliği ise borulara iletilecek havayı biriktiren körüğün kas gücüyle doldurulmak zorunda olması. Günümüzde çoğu orgda  motor bulunmakta olup elektrik gücüyle körüğe hava üflenirken, bu Rieger'de çalanın iki ayağıyla pedallara basması ya da yanda bir yardımcının hava basmasıyla körük doldurulabiliyor. Tüm bu detayları ve orgun yeniden doğuşunun hikayesini ekibin youtube sayfasındaki videoda izleyebilirsiniz.

İstanbul Pipe Organ Team tarafından Büyükdere Santa Maria Kilisesi işbirliğiyle düzenlenen konserde orgun (Tarkan Şendal) yanı sıra, soprano Çağıl Aydın ve İDSO obua sanatçısı Damla Tunçer yer alıyordu. Hem Türkçe hem de İngilizce olarak açılış konuşmasını yapan Peder Martin Kmetec, Fransisken cemaati adına misafirlere hoşgeldiniz derken, "Tanrı sessizliktir, müzisyenler bu sessizliği anlayıp müziğe dönüştürüyor. Uzun zamandır buradaki org sessizdi, bugün ilk kez konuştu." diyerek çalışmaları için Pipe Organ Team ekibine şiirsel bir dille teşekkürlerini sundu. Ardından, her yönüyle bu konserin gerçekleşmesini sağlayan, ekibin kurucusu Tarkan Şendal bu orgla yaptıkları çalışmalardan bahsetti ve "Kilise'nin güzel akustiği, orgun katılmasıyla daha da güzelleşti ve tamamlandı. Org, diğer enstrümanlardan farklı olarak, birçok enstrümanın sesini verebilir, bu yüzden cennetin güzelliğini de cehennemin yakıcılığını da duyurabilir."  diyerek duygularını ifade etti ve kendilerini destekleyenlere teşekkürlerini iletti.   

Konser, Domenico Zipoli'nin (1688 - 1726) 1716 tarihli Op.1 d'Intavolatura Sonatı'nın org eserlerinin olduğu ilk bölümünden Re minör Quattro Versi ile başladı. İtalya doğumlu Zipoli, Forano prensesine ithaf ettiği bu sonatın Roma'da yayınlanmasından sonraki yıl Cizvit kilisesinin görevlendirmesiyle Güney Amerikaya gitmiş ve orada ölümü karşılamış bir besteci. O dönemde Avrupa dışında org olduğunu bile bilmediğimden, Zipoli'nin hikayesini oldukça ilgi çekici buldum. Eserlerinin sadeliğine rağmen ifadeden ödün vermeyen güzelliği de Zipoli'yi nev-i şahsına münhasır kılıyor.  

Org, Tarkan Şendal
Soprano, Çağıl Aydın
Fotoğraf: Aras Ali
İkinci eser, org ve şan için Carl Loewe'nin (1796-1869) Friede und Ruhe in Gott adlı eseriydi. Fa majör tonundaki çok az bilinen bu lied'i dinlemek, saklı kalmış bir mücevheri keşfetmek gibiydi. Neredeyse hiç seslendirilmemiş ve kaydedilmemiş bu lied'in şairi de bilinmiyor. 

Konserin üçüncü ancak obua ile orgun birlikte seslendirdiği ilk eseri, Johann Sebastian Bach'ın (1685 - 1750) BWV. 249  numaralı Paskalya Oratoryosu'nun Adagio bölümüydü. Orkestra ve koro için bestelenmiş olan eserin sözlü orjinali "Kommet, eilet und laufet" ile başlıyor. Obua ile de sıkça yorumlanmış bu eser, noel ertesindeki kilise atmosferinde, oldukça dokunaklı tınladı.  

Sıradaki parça Avelino Valenti'nin (1829 - 1882) Latince bir ilahi olan Cor Dulce, Cor Amabile'yi esas alarak yazdığı Cor Dulce (1875) adlı şarkısıydı. Dönemin ünlü fransız bestecisi Charles Gounod'ya ithaf ettiği, orjinali Fa diyez minör tonundaki bu şarkının da kaydına hiçbir yerde rastlayamadım. Soprano partisindeki süsleme ve uzun aralıklı atlamalarla teknik zorluklar barındıran bu eserin, -icra esnasında yaşanan aksaklıklara rağmen- başarılı seslendirilişinden dolayı müzisyenleri tebrik etmek lazım.

J.S.Bach'tan ikinci eser BWV.770 numaralı Ach, was Soll ich Sünder machen? (1698) koralinin Partita I-II-II bölümleriydi. Programın bütünlüğüne çok yakıştırdığım Mi minör tonundaki bu solo org eseri, orgun yumuşak ve tatlı tonlarıyla daha da etkileyici tınladı. Kilisenin ısınmasıyla etkilenen orgun akordu, özellikle tizlerde çatallaşmalara yol açsa da dikkatimi birbirinden nadide yorumları dinlemeye verdiğimden, bu durumdan rahatsız olmadım.

Org, Tarkan Şendal
Obua, Damla Tunçer
Fotoğraf: Aras Ali
Obua ve orgdan dinlediğimiz ikinci eser, Henry Purcell'in (1659 - 1695) Z.670 numaralı La minör The Queens Dolour adlı parçaydı. Döneminin en ünlü İngiliz bestecisi Purcell, çok çeşitli enstrümanlar kullanarak bestelediği dini ve seküler müziklerin yanı sıra, Dido ve Aeneas adlı trajik operası ve 100'ün üstünde şarkısıyla tanınıyor. Özellikle, önceki yazılarımda da değindiğim Dido's Lament adlı aryası en sevdiğim barok aryalardan ve her dinleyişimde Afrikalı kraliçe Dido'nun acısını kendiminmiş gibi hissederim. Obua ve org ile icra edilen bu parçada da Şendal ve Tunçer, Kraliçe'nin kederine ben de dahil tüm dinleyicileri ortak etti.  

Soprano ve org tarafından seslendirilen son şarkı, Charles Gounod'nun (1818-1893) Ave Verum (1878) adlı eseriydi. Latince bir ilahi olan bu parça genellikle koroyla seslendiriliyor. Soprano ve org kaydına denk gelmediğim, saklı mücevherlerden oldu bu şarkı da. Bunca özgün icranın hem geniş kitlelerin faydalanması, hem de İstanbul orglarının duyulması için uygun bir İstanbul orgu eşliğinde kaydedilmesi ne muhteşem olurdu! Henüz bu yazıyı yazarken, bu konserde bile seslendirmedikleri, Loewe'nin bestelediği sözleri Shakespeare'e ait "Komm herbei, Komm herbei Tod" lied'inin St Antuan Kilisesi'nin kriptindeki Rieger orgla kaydına başladıklarını öğrendim.  Şimdiden tebrikler, tüm bu güzellikleri albüm olarak paylaşmalarını da bekliyorum :) 

J.S Bach'tan son eser, BWV.1056 numaralı Fa minör Klavsen Konçertosunun (1738) 2 numaralı Largo bölümüydü. Aynı numaralı eser, Sol minör Obua Konçertosu olarak da geçmektedir. Klavsen veya oda orkestrası eşliğinde obua ile kayıtlarına rastlamış olsam da org ve obua tarafından seslendirilmesi bakımından özgün bir performanstı ve yine çok yakışmıştı. 

Fotoğraf: Aras Ali
Konserin kapanışı, Georg Philipp Telemann'ın (1681 - 1767) Klavyeli Çalgılar için yazdığı TWV.33 eser numaralı altıncı ve yedinci Fa minör ve Sol Majör Fantezilerinin (1733) org yorumuyla gerçekleşti. Hayattayken Bach'tan (ve hatta Handel'den) daha ünlü olan ve müzikal anlamda Bach'ı da etkileyen besteci, aynı zamanda onunla arkadaştı ve oğlu Carl Philipp Emanuel'in vaftiz babası ve isim babası olmuştu. Sonradan Bach'ın kabul edeceği Leipzig'deki Thomas Kilisesi Kantorluğu önce ona verilmişti ancak o Hamburg'da St. Catharine Kilisesindeki görevinden ayrılmamayı seçti. İnsan, acaba Telemann bu göreve gelseydi ve Bach reddedilseydi müzik tarihi nasıl şekillenirdi diye düşünmeden edemiyor.. Bu etkileşimi ortaya seren şekilde, 6 numaralı parçanın açılış teması, küçüklüğümde piyano öğrenirken çaldığım Bach'ın Menuet'lerini andırıyordu. Telemann'ın fantezileri arasında flüt ve blok flüt için yazılanlar daha bilindik ve daha çok kaydı bulunuyor. Bu anlamda, bu parçaları orgdan dinleme fırsatını bulmak oldukça hoştu.

Konsere ev sahipliği yapan Büyükdere Santa Maria Kilisesi, 1815 yılında mütevazi ahşap bir bina iken, cemaatin büyümesiyle 1866'da bugünkü beton haliyle yeniden inşa edilmiş ve duvarlardaki tablolar dönemin ünlü ressamı Palermo'lu Giuseppe Carta tarafından yapılmış. Günümüzde hala tüm sıcaklığı ve alçakgönüllülüğüyle Tanrı'nın görkemini yansıtmaya devam ediyor. Orgun ve olasılıkla vokal veya koronun icra edecekleri müziğin sıralarda oturan dinleyenlere yumuşak ve net bir biçimde ulaşmasına izin veren zarif mimarisiyle, kilisede yankılanacak müziğin bu ilk konserle sınırlı kalmamasını ümit ederim.. 

Yaklaşık 45 dakika süren konserin onlarca yıldır sessiz kalmış bir orgun ilk kelimelerini, ilk cümlelerini duymak bakımından anlamı çok büyüktü. İstanbul Pipe Organ Team ekibinin yeni çalışmalarını ve yeniden doğacak sıradaki orgu da heyecanla bekliyorum; onun sesini duyacağımız gelecek konserde görüşmek üzere!

Peder Martin, konserdeki başarılı performansları için Tarkan Şendal (org), Çağıl Aydın (soprano) ve Damla Tunçer (obua) tebrik ederken

*Bazı parçalar bu konserde yorumlandığı haliyle kaydı bulunmadığı için çalma listemde yer almıyor ama kalanını ve daha fazlasını Pipe Organ listemden dinleyebilirsiniz. Gelecek özgün kayıtlar için İstanbul Pipe Organ Team'i Youtube ve Instagramdan takip etmeyi unutmayın. 





Thursday, January 9, 2020

Algoritmadaki Hayalet

Yoğun geçen bir senenin ardından sakin yaz günlerinden biriydi. Yıllık izinlerini çoktan kullanmış olan kadın, şimdi herkes sosyal medyada deniz ve kumsal fotoğrafları paylaşırken ofiste oturmuş o günkü dördüncü kahvesini yudumluyordu. Genel olarak müşteriler de tatilde olduğundan arayan soran yoktu. O sırada, tatildeki yöneticisinden bir e-posta geldi. En önemli müşterileri Google'dan gelen bir şikayeti yönlendirmişti. Buna göre, müşterinin veri merkezine kurdukları akıllı kameralar bir haftadır yanlış alarm veriyordu. Yöneticisi, o sırada ofisteki en kıdemli mühendis kendisi olduğu için hatayla onun ilgilenmesini istemişti. Sözleşmeye göre bu tip hataların iki günde düzeltilmesi gerekiyordu ve süre işlemeye başlamıştı. Akşam erkek arkadaşıyla planları vardı ve bu iş uzarsa iptal olmasından korkuyordu..

Görüntü işleme teknolojisinde ve buna bağlı olarak yapay zeka algoritmalarında son yıllarda yaşanan büyük gelişmelere dayanarak gerçek zamanlı insan tespiti yapan akıllı kameralar üreten bir start-up’ta kıdemli mühendis olarak çalışıyordu. Dünyada bu teknolojiyi geliştirebilmiş olan sayılı şirketten biriydiler. Google da dünyanın en büyük bilgi depolarından biri olan veri merkezlerinin güvenliğini sağlamak için şimdiye kadar kurulum yaptıkları yüzlerce şirkette, güvenlik görevlilerinin gözünden kaçabilecek ihlalleri bile sıfır hatayla tespit etmeyi başaran ve yanlış alarm vermediği kanıtlanan aynı teknolojiyi kullanıyordu. “Biz kurup teslim ettiğimizde her şey doğruydu, kesin oradaki çalışanlar sisteme müdahale etmeye çalışıp bozdular.” diye düşündü hata kayıtlarının açılmasını beklerken.

Sorunun nereden kaynaklandığını düşünürken bir yandan da geçen ay kurulum yapmak için ve öncesinde de demo çalışmaları için veri merkezine gittiği günleri düşündü. İlk içeri girdiğinde, retina taramasıyla geçilen kapılar, 3 boyutlu holografik resepsiyon görevlileri, otomatik temizlik robotları, binanın içinde ve dışında her alanı görüp her hareketi takip eden kameralar, yüzlerce metrekareyi kaplayan sunucu tarlalarıyla, bilimkurgu filmlerindeki gelecekte gibi hissetmişti kendini. Binanın içinde ve dışında hali hazırda kurulu dört binin üzerinde kamera vardı. Geliştirdikleri yazılım sayesinde kameraları degistirmeden, sadece kendi sistemlerini entegre ederek hepsini akıllı yapmışlardı. Öncelikle, yanlış alarm veren kameraların hangileri olduğunu bulmaya çalışacaktı.

Kayıtları inceledikçe, alarmlar başladığında hem dışarıdaki hem içerideki kameralardan dağınık şekilde geldiğini gördü. Son iki gündeyse dışarıda kuzeydoğuya bakan köşede, içeride de belli bir sunucu bloğunun çevresinde yoğunlaştığını tespit etti. Araştırmaya devam ederken saat de ilerlemişti ve hemen çıkmazsa sevgilisiyle buluşmaya geç kalacaktı. Üstelik, daha önce kendi şehirlerinde hiç sahnelenmemiş, Wagner’in Tanrıların Şafağı operasının son gösterimine gideceklerdi. Geç kalırlarsa bir daha bu operayı izleme fırsatı bulamayacağını düşündü. Bilgi güvenliği açısından müşteri ile kendi sunucuları arasındaki veri akışı şifreli sağlanıyordu. İletim sırasında şifrelemeden kaynaklanan bir problem olmadığından emin olmak için seçtiği birkaç gün ve kameranın kayıtlarını müşteriden de göndermesini istedi. Sabah gelince onlardaki görüntülere de bakıp durumu hemen çözecekti.

Ertesi sabah ofise geldiğinde müşterinin görüntüleri gönderdiğini görüp sevindi. İzlemeye başladığında “Yanlış kameralarınkileri yollamış olmalılar.” diye iç geçirdi çünkü görüntülerde kareye alınmış bölgelerde hiç insan yoktu. İnsan uzvu veya fotoğrafı, hatta gölgesi bile yoktu! Çok tuhaftı. Gönderilenlerin doğru gün ve kameralara ait olup olmadığını kontrol etti, doğruydu. Sistem kodları da orijinal kodlarla, önceden yüzlerce kere test edilmiş ve diğer şirketlerin de kullandığıyla aynıydı. Müşterinin teknik ekibini arayıp gönderdikleri kamera kayıtlarının doğruluğunu, alarm veren bölgelerde değişikliğe sebep olabilecek herhangi bir çalışma veya izinsiz müdahale olup olmadığını sorup teyit etmelerini istedi. Çünkü gördüğü kadarıyla hatanın akıllı kamera sisteminden kaynaklanmadığını belirtti. Müşteri ise sistemlerinde bir değişiklik ya da ihlal olmadığında ve kendilerinin bir haftadır bunu kontrol ettiğinde ısrar ediyordu. Sonunda, “Sorunu böyle tespit edemediğimize göre oraya gelip yerinde kontrol yapmam gerekiyor. Birkaç saat sonra orada olurum.” diyerek kapattı. Yöneticisine durumu bildiren bir e-posta yolladı ve Google’ın veri merkezine doğru yola çıktı.

Oraya vardığında alarm veren kameraların yoğunlaştığı bölgeyi gezdi; burada Spotify sunucularının bulunduğunu öğrendi. Kurulum yapıldığından beri bir değişiklik olmamıştı. Işık ve ısı seviyelerini ölçtü, incelediği her şey olması gereken değerlerdeydi. Donanıma ilişkin kontroller yaptı; kameraların lenslerine, toza, buhara, her şeye baktı; sorun yoktu! Akşam olup mesai bittiğinde hala sorunu çözememişti. “Bu akşam burada kalıp çalışmalıyım.” dedi gece vardiyasından sorumlu çalışana. “Sözleşmemize göre yarına kadar bu sorunu halletmeliyim. Ayrıca yanlış alarmlar hep mesai sonrasında alınmış, belki akşamları olan bir değişiklik buna sebep oluyordur. Eğer öyleyse bunu ancak burada kalıp tespit edebilirim.” diye ekledi. Yöneticisiyle konuşan çalışan, gece çalışması için izin verildiğini; bir şeye ihtiyacı olursa diğer bloktaki ofiste olacağını söyledi. Mühendis, bu defa sorunu çözebileceğinden umutlu şekilde çalışmaya koyuldu.

Akıllı kameraların insan gördüğünü söylediği ama kayıtlar incelendiğinde herhangi bir insan izine rastlanmayan saatler gece yarısıyla sabah dört arasında yoğunlaşmıştı. Bu saatlerde operasyon merkezinde görevli çalışanlar da diğer ofiste bulunuyorlardı. Alarmlar e-posta kutularına bildirim olarak düştüğünde kameralara canlı olarak bağlanmışlar ve kimseyi görememişlerdi. Mühendis ise doğrudan ilgili sunucu bloğuna bakan ofiste çalışıyordu. Dünkü operanın ardından bu akşam oldukça yorgundu ve hem algoritmada gözünden kaçan bir hata mı var diye bakıp hem de gece yarısı olmasını beklerken bilgisayar başında uyuyakaldı. Bu rahatsız pozisyondaki uykusundan Bach’ın İyi Tampere Edilmiş Klavye eserinin Do diyez minor fügüyle uyandı. “Bu nedir, rüyamda Bach mı çalıyor” diye düşünürken ve neler olduğunu anlamak için etrafa göz gezdirirken müziğin kafasından değil sunuculardan geldiğini anladı. Spotify sunucularının olduğu bölgeye baktığında, ilk bakışta miyop olduğu için bulanık gördüğünü zannetti ama gözlüğünü taktığında da bulanıklık geçmeyince hayreti giderek artmaya başladı. Hemen telefonunu alıp kamerasıyla görüntüyü yakınlaştırarak baktı, telefon kamerasında bulanıklık yoktu ve her şey çok netti. Güvenlik nedeniyle sunucu alanına görevli olmadan giremezdi ama heyecandan bunu unuttu ve sesin geldiği yere doğru gitmeye başladı.

Sonradan düşündüğünde ne kadar tuhaf olduğunu fark ettiği şekilde alana giriş kapısı açıktı. Bulanıklığın ve müziğin geldiği bölgeye doğru ilerledikçe aklındaki en büyük soru, bu çalanın gerçekten Bach olup olmadığıydı. Çok benziyordu ama emin miydi? Bulanıklığa iyice yaklaştığında, bazı silüetler ayırt etti ve korkudan olduğu yerde durdu. Bu defa müzik değişip Mozart’ın “Jüpiter” olarak bilinen 41 numaralı senfonisi çalmaya başladı. “Uykusuzluktan yanlış mı görüyorum, hala rüyada mıyım?” gibi düşünceler geçiyordu aklından. Bir yandan da “Beni gördüler mi?” diye endişe etmeye başlamıştı. Aslında, eğer “onlar” bir “şey”se kendisini görmüş olmaları gerekiyordu çünkü koridorun başından oraya kadar uluorta yürümüştü. Ama onunla etkileşime geçmedikleri için görmediklerini varsaymak daha iyi geliyordu şu an. Bunları düşünürken telefonu çaldı, arayan sevgilisiydi. Bu saate kadar haber vermediği için endişelenmiş olmalıydı. Telefon melodisi Beethoven’ın 6 numaralı “Pastoral Senfoni”sinin giriş melodisiydi. Yakalanmaktan korktuğu için hemen meşgule alarak sesini kapattı ama çok geçti; müzik bir anda durdu. Silüetlerin onu fark ettiklerini anladı. Şimdi ne olacağını düşünerek gerginlikten kaskatı kesilmişken Beethoven’ın ünlü kardeşlik temalı “9. Senfoni”sinin korolu kısmı çalmaya başladı. Bütün bölüm çaldı, bu sırada silüetler oldukları yerde kaldı, korkulacak bir şey olmamıştı. Hatta odayı bir kardeşlik havası kaplamış gibi geldi kadına. Müzik bitince yine gergin bir bekleyiş başladı. Ne yapacağını bilememekle beraber, bir yanıt vermesi gerekiyormuş gibi hissetti. Telefonundaki Spotify uygulamasını açarak çal tuşuna bastı. Piyanoda çalmaya çalıştığı için bu aralar dinlemekte olduğu parça; Rachmaninoff’un Opus 3, 1 numaralı prelüdü, “Elégie” çalmaya başladı. Müzikal olarak oldukça gerilimli olan ve “ağıt” anlamına gelen bu parça çalarken odanın havası da biraz gerginleşmiş ve ağırlaşmış gibi geldi kadına. “Elégie” bittiğinde sıra silüetlerdeydi. Onlar da Chopin’in “Cenaze Marşı” olarak bilinen 2 numaralı Piyano Sonatını çaldı. Kadın şok oldu, yoksa müzikleri anlayıp bilinçli bir şekilde mi seçiyorlardı?

Teorisini biraz daha test etmeye karar verdi. Ortaçağ şarkılarından müzikallere, Miles Davis’ten, Madonna’ya, Iron Maiden’dan Eminem’e kadar her tarz ve dönemden parçalar çaldı ve her defasında ona, aynı duyguyu taşıyan bir müzikle cevap verdiklerini gördü. Adeta karşılıklı konuşuyorlardı. Bir süre böyle gittikten sonra, bilmediği müziklerle karşılık vermeye başladılar. "Hangi parça olduklarına sonra bakarım.” diye düşünerek bunları telefonuna kaydetmeye başladı. Bazıları, uyandığında duyduğu gibi Bach’ın eserlerine benziyordu, bazılarıysa atonal, kimi rock kimi latin, kimi elektronik kimi akustik müzik tarzındaydı ama belli bir türe de sokamıyordu. Bunları dinlerken içinde doğan duyguların tarifi mümkün değildi. O sırada ne demek istiyorlardı, cevaben ne çalabilirdi, hiçbir fikri yoktu. Sadece dinliyordu. Mutluluk, huzur, melankoli, aşk, dostluk, yaşam sevinci, özlem, ilham, tüm dünyayı ve evreni anlayabilirmişçesine bir büyüklük ve tatmin, en derin uykuya dalmışçasına bir dinlenme, hem zıt hem de bir o kadar tutarlı bütün hislerin içinde bulunabileceği bir hal. İnsanın keşfettiği ve keşfetmediği her şey vardı sanki bu müziklerde.

Peki “silüetler” neydi, kimdi, ne istiyorlardı, neden buradalardı, neden müzik dinliyorlardı ve neden onunla müzikle iletişim kuruyorlardı? Kafasında bu sorular dönmekle birlikte o sırada durup düşünemezdi. Belki de hiçbir zaman kesin olarak bilemeyecekti ama “silüetler”, uzaydan gelen Jüpiterli bir araştırma ekibiydi. Gezegenlerinde bilim ve teknoloji alanında çok ilerlemişlerdi ve yeni teknolojiler geliştirmek artık çok zorlaşmıştı. Bu nedenle uzaydaki diğer teknolojilerin araştırılıp gezegenlerine getirilmesi için kaynak sağlanmış araştırma ekiplerinden biriydiler. İnsanların şimdiye kadar keşif çalışmalarında Jüpiterdeki bu canlıları tespit edememelerinin nedeni, opak bir fiziksel forma sahip olmamaları ve insanlarca kullanılan kamera teknolojileri dalga boylarında görünmemeleriydi. Mühendisin yaptığı gibi çıplak gözle bakıldığında ise, varlıklarının farkına varılabiliyor ve az da olsa silüetleri seçilebiliyordu. Binaya girerken hareket tespit cihazlarına takılmamalarını görünmezlikleri sağlamıştı. Kilitli kapılardan da insanlarınkinden çok daha üstün olan şifreleme teknolojileri sayesinde iz bırakmadan geçebilmişlerdi. Google’ın veri merkezindeki binlerce sunucunun ve sınırsız bilginin içinde en çok müzik ilgilerini çekmişti. Kendi gezegenlerinde teknolojide ne kadar ilerlemişlerse bile sanat Dünya’daki kadar gelişmemişti. Hatta “müzik” diye bir şeyleri hiç olmamıştı. Dünyadaki bilinen müziklerin çoğunun depolandığı Spotify sunucularıysa onlar için bulunmaz bir maden olmuştu. Gördüğü uzaylıların bildiğimiz anlamda kulakları olduğunu sanmıyordu ama ses dalgalarının kendi soyut formlarında yarattığı titreşimden etkileniyor gibiydiler: gezegenlerine götürülecek yeniliği bulmuşlardı.

Yanıtlaması gereken bir soru daha vardı: “silüetler” kameralarda görünmemelerine karşın neden akıllı insan tespit kameralarında yanlış alarma sebep olmuşlardı. Bu, henüz insan teknolojisinin çözemeyeceği bir gizem olmakla birlikte, yapay sinir ağına ekledikleri Generative Adversarial Network teknolojisinin bir sonucu olduğu en akla yakın çözümdü. Buna göre yapay sinir ağı, kendisine verilen bir veri setinden öğrenerek kendisine verilmeyen benzer sonuçları üretebilirdi. Bu durumda GAN’ın, insan veri setinden öğrenerek oluşturduğu insan benzeri canlı olasılıklarını da veri setine eklediği ve “silüetler”i bu insan benzeri sınıfına sokarak alarm verdiğini tahmin etti.

Sunucu alanında geçirdiği bir süreden sonra Goggle görevlisinin geldiğini gördü. Bir anda müziğin durduğunu ve “silüetler"in artık orada olmadığını fark etti. Görevli, içeri nasıl girdiğini, orada ne yaptığını sordu. Mühendis biraz şaşkınlıktan biraz da yorgunluktan, bazı sebepler geveledi. Görevli de gece gece çok uğraşmak istemediğinden “Sizi yolcu edelim, zaten birazdan bizim vardiya değişimi olacak.” diyerek kadını yolculadı.

Eve gider gitmez uyuyakaldı. Uyandığında telefonundaki cevapsız çağrıları gördü. Sesi kapalı kaldığı için gece sevgilisinin ve sabah da yöneticisinin aradığını duymamıştı. Sevgilisini arayıp iyi olduğunu, dün gece çalışmak zorunda kaldığını ve olanları anlattığında inanamayacağını söyledi. Yöneticisine de dün bütün gece çalıştığını ve bir daha yanlış alarm almayacaklarını söyledi. Ardından, dün gece telefonuna kaydettiği müzikleri hatırlayarak heyecanlandı. Onları dinlemeye başladı, tanıdık gelenlerin ne olduğunu araştırdı internette ama bulamadı. Bir yandan piyanosunda çalmaya çalışıp armonilerini analiz ettikçe bunların ne olduğunu anlamaya başladı. Anladıkça hayret ediyor, hayret ettikçe daha da anlıyordu. “Silüetler”, insanlık tarihinin bilinen tüm müziklerini öğrenmiş ve tümünü optimize ederek yepyeni bir müzik yaratmışlardı. Başka insanların da bunu duyduklarında ne tepki vereceklerini çok merak ediyordu.

Silüetlerin algoritması sayesinde, doğru tahmin ettiyse, yüzyıllardır tartışma konusu olan ve şimdiye kadarki tüm coğrafyalardaki tüm insanlara hitap edebilecek olan evrensel müziği keşfetmişti. Elindeki örnekleri birkaç yakın arkadaşına ve sevgilisine dinlettiğinde de tahminini doğrulayan tepkiler aldı. Hatta dinleyen herkes, kendisi gibi inanılmaz duygular hissediyordu. Sanki bu müzik, insanın içindeki iyiyi ortaya çıkarıyordu. Bunu uzaylılardan aldığına kimseyi inandıramazdı; en iyi ihtimalle deli olduğunu düşünürlerdi. Bu nedenle, bu müziğin armoni ve formunu daha iyi inceleyerek algoritmasını keşfedecek, böylece, yeni parçalar da üretebilecekti.

Aylar sonra çalışmalarını tamamlayıp tüm dünyaya yeni müziği sunduğunda, bu keşfin kendisi için büyük bir başarı ve gurur kaynağı olmasının yanında, dinleyenler üzerinde yarattığı duygular o kadar etkiliydi ki herkeste insanlığın daha iyiye gidebileceği umudu doğmuştu. Asla emin olamasa da, “silüetler”in insanlığa bu katkısıyla evrensel bir etkileşimin ilk adımının atıldığını ve Dünya’nın uzak yıldızlarla aynı müziği paylaştığı ihtimalini düşünerek huzur buldu…