Murger Tomb

Murger Tomb
Henri Murger, Cimetiére de Montmartre, Eylül 2015

Saturday, December 7, 2019

"Hoş" bir barok akşamı

Yeldeğirmeninin yeni mekanlarından Hoş Sahne'de Marmara Üniversitesi Müzik Öğretmenliği piyano eğitmenlerinden Aytaj Rzaguliyeva ve kemancı Doğu Kaptaner'in Barok Esintisi ve Vivaldi Dört Mevsim konseriyle keyifli bir cumartesi akşamı geçti. Bu etkinlikten tesadüfen haberdar olmama karşın, yeni bir klasik müzik sahnesi keşfetmem adına iyi ki haberdar olmuşum.

Alt katı ve bahçesindeki kafede vegan yiyecek alternatifleri sunan Hoş Atölye, cumbalı üst katında da Yamaha kuyruklu piyanosuyla samimi konserlere ev sahipliği yapıyor. 7 Aralık akşamki konser ayrıca, Aytaj hanımın eserler hakkındaki ilgi çekici açıklamalarına da sahne oldu.

"Barocco"/"biçimsiz inci" isminden geldiği düşünülen Barok ismi, 1600'lerin başında Claude Monteverdi'nin yazdığı ilk opera Orfeo'dan 1750'de J.S.Bach'ın ölümüne kadar geçen yılları kapsayan; Rönesansın akılcılığı, simetriyi ve sadeliği öne çıkaran üslubuna karşı duyguları, tasviri, şatafatı ve süslemeleri öne çıkaran bir dönemi niteler. Aynı zamanda Katolik Kilisesi'nin, reform hareketi nedeniyle kaybettiği gücü, dini sanata ve sanatta ifadeye daha çok yatırım yaparak geri kazanma ve ideolojisini güçlü göstermek için yaptığı çalışmalarından da beslenmiştir.  Tüm sanatlarda yansıması bulunmakla birlikte, barok dönemin müzikteki en büyük temsilcisi olan Johann Sebastian Bach'ın (1685-1750) Goldberg Varyasyonlarından G minor Arya* ile konserin acilisini yapan ikilinin ardından, Aytaj Rzaguliyeva solo piyanoyla George Frederick Handel'in (1685-1759) 7 numaralı suitinden Passacaglia bölümünü** seslendirdi.

Barok eserlerin icrasıyla ilgili olarak ezeli bir tartışma vardır; o dönemin notasyonunda performansı etkileyecek unsurlar bugün alıştığımız kadar detaylı belirtilmediğinden ve kullanılan enstrümanlar da bugünkünden farklı olduğundan, bestecinin yaşadığı dönemde duyduğu şekliyle otantik icra mı doğrudur yoksa o bestecilerin asıl niyetlerine göre bir okuma yapılıp günümüz şartlarına göre mi eserleri yorumlanmalıdır? Piyanist Aytaj Hanım, Handel'i pedallı çalmasıyla ilgili olarak "Handel'in pedallı piyanosu olsa o da pedal kullanırdı" diyerek bu meseledeki görüşünün ikinci yönde olduğunu belli etti.

Konserin devamında, Aytaj Hanımın açıklamasına göre, eserlerinin çoğu İkinci Dünya Savaşında Dresden'de yok olan İtalyan besteci Albinoni'nin (1671-1751) G minor Adagio'sunun keman-piyano versiyonunu seslendirdiler. Tanıdık melodisiyle (hangi filmlerde kullanıldığını çıkaramadım) dinleyiciyi kendine çeken bu eseri fark etmem adına güzel bir katkı oldu benim için. Bu arada, tam org festivalinin devam ettiği, org çalmayı denediğim, kitapları okuduğum ve İstanbul orglarıyla ilgili yazılar yazdığım bugünlerde, bu parçanın org ve keman performansını Youtube'da ilk sıralarda karşıma çıkması güzel bir tesadüf oldu: kemanda Vesselin Demirev ve orga Bradley Reznicek'in 2007'de Texas'ta gerçekleşen performansının videosunu burada da paylaşıyorum.



İlk yarının son bestecisi, programdaki diğer barok dönem bestecilerinin aksine 20 yy'da yaşamış Alfred Schnittke (1934-1998) idi. Rzaguliyeva Moskova Konservatuvarı'ndaki öğrencilik yıllarında Schnittke hala hayattayken de onun eserlerini çaldığından bahsetti ve aleatorik müzik*** de kullandığı avangart eserleriyle sovyetlerde tartışmalı bir besteci olduğu yorumunda bulundu.

İkiliden dinlediğimiz Eski Stilde Suit, barok dönemin yaygın formlarından "suit"i kullanmakla birlikte, içine koyduğu bölümler daha teatral öğeler barından danslardan oluşuyor: 1)Pastorale, 2)Balletto, 3)Minuetto, 4)Fuga, 5)Pantomima. Bu bölümler ayrıca Schnittke'nin çeşitli zamanlarda filmler için bestelemiş olduğu müziklerin de bir birleşimi. Bu eserde eski barok müzikten farklı olarak hem bale, pantomim gibi bölümlerde minik teatral öğeler (piyano ve keman arasındaki küçük konuşma ve atışmaların olduğu), hem süitin genelinde aksak ritmler ve armonide modern tınılar vardı (modern öğelerle ilgili olarak "kötü çaldım zannetmeyin" diyerek Kaptaner önceden dinleyicileri esprili bir şekilde bilgilendirdi). Sonuncu bölüm Pantomim de, Schnittke'nin modern yazımıyla gelenekselin dışında, sanki "son" olmayan bir son şeklinde, dinleyicide soru işareti bırakarak sonlandı (Pastoral-ballet bölümlerinin bitişi daha bir son gibiydi hatta:)).

İkinci yarıda Barok döneme dönerek Venedikli Antonio Vivaldi'nin (1678-1741) Dört Mevsim konçertosunu dinledik. Tasvir özelliklerinin ağırlıkta olduğu, yılın her bir ayı için bir parçanın yer aldığı 4 keman konçertosunun birleşiminden oluşan bu eserle hem müzisyenlerin hem de dinleyicilerin enerjisi yükselerek akşam "hoş" bir sekilde sona erdi. 

Herkese Hoş Atölye'nin programını takip etmeyi tavsiye ederim (Instagram sayfasında yayınlanıyor). Aytaj Hanım kapanışta, gelecek ay 17 Ocakta da Azeri piyanist Müşfik beyin Mussorgsky'nin Bir Sergiden Tablolar eserini seslendireceği konserine şimdiden meraklıları davet etti.


*Bach'ın eşi Anna Magdelena Bach albümünden, o da başka bir Sarabande melodisinden, "sevgilim seninleyken" adlı bir aşk şarkısından esinlenerek bu eser yazılmış.

**Pasakalya, kabaca "sokakta yürüyüş" olarak çevrilebilecek, yürüyen bas partisini ve onun çeşitlemelerini ifade eden bir barok müzik formudur.

***Aleatorik müzik, en basit haliyle, parçanın bir zar atışı rastgeleliğine bırakıldığı rastgele müzik türüne deniyor

Wednesday, November 20, 2019

Eine Kleine Nacht Konzert im Österreichisches Kulturforum Istanbul

19 Kasım akşamı Avusturya Kültür Merkezi'nin Yeniköy'deki binasında Trio Likya'dan, mekan, dinleyiciler ve müzisyen topluluğuyla, küçük bir gece müziği* dinledik. Nasıl Almanca bilmememe rağmen Almanca başlık atarak risk aldıysam, bu konsere dair izlenimlerimi paylaşarak da risk alacağım; sürç-ü lisan edersem şimdiden affola !

Trio Likya bu akşam için, ilk girişte misafirleri hayran bırakan Avusturya Kültür Ofisi'nin (Palais Yeniköy) rokoko, klasik, art nouveau gibi stilleri harmanlayan 19.yy sonu imparatorluk stilindeki binasına uyumlu şekilde, klasik, romantik ve modern bestecilerin eserlerinin yer aldığı bir repertuar hazırlamış. 


Konser, Johannes Brahms'ın 1854 tarihli Si Majör No1 Piyano Trio'sunu seslendirerek başladı. Bu eser programda op38 yazmasına rağmen Op8 olarak geçmektedir. 4 bölümden oluşan eserin ilk bölümü Allegro con Brio (canlı ve hızlı) biraz ısınma turu gibiydi. Ortalama 15 dk süren bu bölümden sonra gelen tatlı ve esprili Scherzo (şaka) bölümüyle hem müzisyenler hem dinleyiciler konsere tam anlamıyla ısındılar. Yavaş tempolu Adagio (yavaşça) bölümünde nedense keman ve çellonun birlikte tınlamalarında sıkıntı yaşandığını düşündüm. Performansa dayalı sanatlarda hızlı bölümler eksikleri gizlerken yavaş bölümler daha çok ortaya çıkarır; acaba Adagio'daki durum bu muydu yoksa benim oturduğum konum sebebiyle çelloyu iyi duyamam mıydı emin olamıyorum. Bu düşünceler eşliğinde gelen son Allegro (hızlı, neşeli) bölümüyle ilk yarı sona erdi.

İkinci yarı, Joseph Haydn'ın 1795 tarihli 2 numaralı Fa diyez Minör Hob.XV:26 Piyano Triosu ile başladı. Klasik dönemin sade güzelliğini taşıyan bu eseri aynı şekilde temiz bir icra ile dinledik. Allegro (neşeli/hızlı), Adagio cantabile (yavaş, şarkı söylercesine) ve Finale-tempo di menuetto (final, menuet temposunda) isimli 3 bölümden oluşan trionun, normalde sondan bir önce duymaya alıştığım menuet temposuyla bitmesi form açısından ilginç bir noktaydı.

Son olarak, iki Alman besteciden sonra, üçlünün alametifarikası olduğunu anladığım atonal ve caz öğelerin ağırlıkla hissedildiği bir eser seslendirildi. Rus besteci Nicolai Kapustin'in (1998 tarihli) op86 Trio eseri, orjinal olarak flüt, çello ve piyano için yazılmış olup flütün yerine keman koyarak Kemanda Nilgün Yüksel, Viyolonselde Poyraz Baltacıgil ve Piyanoda Barış Büyükyıldırım'dan oluşan Trio Likya ufak bir risk almış ancak bu kararlarının hakkını kesinlikle verdiklerini söyleyebilirim. Kendileri de dahil tüm dinleyicilerin enerjisini yükselten, tüm günün yorgunluğunu bir anda silerek dikkat kesilmeyi sağlayan bir performans gerçekleştirdiler. 

Akabinde bis parçası olarak Barış Büyükyıldırım'ın yazdığı, "jazzy" ve "gypsy" tınıların yoğunlukla hissedildiği eseri çalarak, alkışlar ve sevgi gösterileri eşliğinde geceyi sonlandırdılar.

2018 yılında yaşanan gemi kazasına dek Boğaz'daki Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı'nda klasik müzik konserleri düzenleyen Zerhan Gökpınar hanımefendinin (Yalı Organizasyon)  Avusturya Kültür Ofisi'yle birlikte düzenlediği bu organizasyon için tüm emeği geçenlere teşekkür ederim; katılmaktan dolayı çok memnun oldum. Bir yandan da yazımın girişinde, bu konsere dair izlenimlerimi paylaşarak risk alıyorum dedim çünkü konser programı önceden paylaşılmamıştı ve beni bir sürpriz bekliyordu. Ayrıca, dinleyicilerle paylaşılan programı da eserleri tanıtması açısından biraz özensiz buldum. Dünyada kimi konser salonları konserlerden önce programı açıklamakla kalmayıp Spotify listesi bile paylaşırken İstanbul'daki konserlerde de böyle konularda daha iyi olabileceğimizi düşünüyorum. 

Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı'nın bir an önce restore edilmesini ve eskiden olduğu gibi duvarlarında müzik sesleri yankılanmaya devam etmesini umarım. Ayrıca, İstanbul Kültür Sanat hayatına sadece klasik müzik değil, avangard, caz, indie gibi türlerdeki ücretsiz konserlere ev sahipliği yaparak önemli katkı sağlayan Avusturya Kültür Ofisi'nin etkinliklerini takip edip (ben instagram sayfasını takip ediyorum, oradan gerekli yönlendirmeleri bulabilirsini) her fırsatta katılmaya çalışacağım. Tüm musikişinaslara da bu konserleri takip etmelerini şiddetle tavsiye ederim!



*Haddimi aşarak da olsa yazıya koyduğum başlık Mozart'ın ünlü Eine Kleine Nacht Music eserinin isminden çağrışım yaptı

Thursday, June 6, 2019

A Wanderer in Toronto

Originally published on www.musicalwritings.com
On the first day of summer 2019, I was visiting Toronto for a short weekend and looking for a nice and satisfactory classical music event. Since this is the 7th biggest city of North America with more than 6 million habitants, this wouldn't be a problem. After a brief search on internet, I've come across with Toronto Symphony Orchestra (TSO) website and it proved me right. 

In the TSO's main performance venue, Roy Thomson Hall (RTH), located at 60 Simcoe Street, in the heart of the Entertainment District in downtown Toronto, the performance I've found the chance to attend was "Denk Plays Mozart". Later I learned, in 2013 Denk played Mozart Piano Concerto No21 with TSO, at the opening of the Mozart@257 mini-festival.  

To be honest, I was a little bit disappointed that there wasn't a Romantic or Modern composer, an authentic Canadian or a new music in the program which is unlikelier to see for me in Istanbul and which I think would be more interesting to my taste. Later, I discovered that this risk-averse attitude was general to all season 2018/19 due to transition of orchestra's CEO and music director. According to Jenna Simeonov from The Glob and Mail "The orchestra, currently under interim CEO Gary Hanson, has been without a permanent CEO since Jeff Melanson's abrupt departure in 2016. Music director Peter Oundjian will finish his 14-year tenure at the end of the current season, to be succeeded by Sir Andrew Davis as interim artistic director; starting with his conducting of the opening-night concert at Roy Thomson Hall on Sept. 20, Davis will hold the post until 2020, when the TSO hopes to have found a new music director.However, at the moment I heard Denk playing in such lyricism and sensuality, combined with the mastery of TSO and refined acoustics of RTH, I thought myself very fortunate. 

One of the America's foremost pianist Jeremy Denk, played and lead the orchestra for two Mozart concertos, No14 (K449) and No25 (K511), after the opening with Don Giovanni overture by the resident conducter Simon Rivard. In between the concertos, Denk played Rondo in A Minor (K511) which he described as "one of the most melancholic statements of Mozart" before playing it. 

Mozart composed No14 Eflat Major in 1784 and no25 in C major in 1786 as a part of a dozen piano concertos between these years. In each of the concertos, the harmony between Denk and the orchestra was successful and it reflected characteristics and differences of those. On the other hand, positioning of piano was getting harder Denk to communicate half of the orchestra. Although I've seen two reviews* that were pointing to some difficulties of previous performances, this last one seemed to have catched the flow to me. 

The piano on the stage, a grand Steinway had a great sound with Denk's fingers and his mastery. It added up when he played 2nd mov of Mozart Sonata in C K.545 as a bis at the end of the concert.

Jeremy Denk has recorded 4 CD's (Ligeti/Beethoven, French Impressions, Ives, J.S.Bach Goldberg Variations) and had also wrote a blog called "think Denk" between 2005-2013 published under his website. He also has an article published on The New Yorker about his Charles Ives Concord Sonata recording. In my opinion, writer-performers are always a great source of information and provides genuine insight on music pieces and music as an art in general.  


I was expecting to see RTH almost full because it was Saturday. On the contrary, it was only half full. The reason may be it was the 3rd concert of the same program in the same week or maybe Mozart wasn't attracting too much to TSO audience. I can't complain though, because of this, I could buy the cheapest ticket, with a half price on the same day of the concert :) Discounted price was 20 CAD and it is still not too cheap for me (compared to Viennese last day opera tickets for 3 EUR). Nonetheless, I think having such a practice is so respectful for a private orchestra. In fact, TSO supports education and has been running Toronto Symphony Young Orchestra (TSYO) free of tuition fee for promising young musicians. 

There are 2 things that I admired TSO and I found as great services for facilitating the audience to prepare to the concert: The full program and program notes downloadable from the website and TSO's "Denk Plays Mozart" playlist on Spotify. The program itself is very detailed and coherent. I would like to have these for all the concerts that I attend :)

As the first essay of my musicalwritings.com website, TSO and Jeremy Denk and the performance in Roy Thomson Hall on June 1, 2019 will always be remarkable to me. I can say with the peace of mind that Toronto is very lucky to have this orchestra and TSO is very lucky to have Torontians. 

Hope to be here again !


*Other reviews on previous performances

Tuesday, March 5, 2019

Sessizliği dinlerken..

Tamamı "Feneryolu'nda bir akşamüstü sessizliği dinlerken..." olan yazımın başlığı, 4 Mart Pazartesi akşamı ABD'li piyanist Robert McDonald'ın evinde verdiği "Sessizlik" temalı solo piyano konserini oldukça iyi yansıtıyor. Bilen bilir, Feneryolu, kalabalık ve kaotik Minibüs ve Bağdat Caddeleri arasında, eski mahalle havasını az da olsa koruyabilen nadir yerlerden biri ve bu haliyle bir kontrast arz ediyor. Yaklaşık 4 ay önce Austin, Texas'tan İstanbul'a taşınan Robert'ın da müziğine yansımasından kendi içinde de barındırdığı belli olan bu kontrastın karşılığı olan evi seçmiş olduğunu söyleyebilirim. Konsere başlamadan önce yaptığı kısa konuşmada değindiği gibi, İstanbul'un kalabalığı ve gürültüsü içinde, evinde müzikle sessizliği bulması da yine bu zıtlığın yansıması...



Klavyeli çalgı repertuarında geniş bir yelpazeye hakim olan ve müzik eğitimini Austin'de Texas Üniversitesi'nde ve Eastman Müzik Okulu'nda, sırasıyla Dr. Doug Humpherys ve Anton Nel ile çalışarak tamamlayan Robert McDonald'ın akşam için seçtiği ilk parça, Toru Takemitsu'nun (1930 - 1996) Olivier Messiaen'in öldüğü 1992 yılında bestelediği ve ona ithaf ettiği 2 nolu Yağmur Ağacı eskiziydi. Robert'in alıntıladığı bir sözünde Takemitsu, Messiaen'ın en çok hayranlık duyduğu bestecilerden biri olduğu ve onun renk ve zaman konseptinden çok etkilendiğini söylemiş. Messiaen gerçekten de, en benimsediği bestecilerden Debussy'nin tonaliteye getirdiği açılımlar ve müzikte empresyonizm olarak tarif edilen renk ve ışık oyunları arayışını biraz daha ilerletip modernize etmiş, avangard bir besteci. Bu bağlamda, Takemitsu'nun postmodern biçimde yazdığı bu parça, ritmik ve modal zorluklarıyla dikkat çekse de yorumcu bunları hissettirmeden, dinleyiciyi yaklaşık 5 dakika boyunca doğanın sessizliği ve huzuruyla baş başa bırakabildi.

İkinci parça, kronolojik olmamasından dolayı sıralama olarak şaşırtsa da Franz Schubert'in (1797 - 1828) D.784 numaralı La minör sonatıydı. Robert bu konserde, 21 dakika süren ve Allegro giusto- Andante - Allegro vivace olmak üzere 3 bölümden oluşan bu parçayı seçmesinin nedeni olarak, her ne kadar hayatı hakkında çağdaşları kadar çok detaylı bilgiye sahip olunmasa da, Schubert'in muhtemelen, bu parçayı yazdığı yıllarda öleceğini biliyor olması ve bunun müziğindeki yansıması olarak karanlık ve üzgün temalar kullandığı düşünüldüğünden bahsetti. Ayrıca, bu dönem eserlerinde alışılmış olanın aksine, bir hatta iki ölçü süren uzun duraklar koyması nedeniyle sessizlik temasına farklı bir bakış açısı getirdiğini belirtti.



Konser boyunca çalacağı üç Rachmaninoff prelüdden ilki, ilk yarının üçüncü ve sonuncu parçası, op 32, no 10, Si minör prelüddü. 1873 - 1943 yılları arasında yaşayan Sergei Rachmaninoff, iki savaş arası klasik müziğin, repertuarda en yer etmiş bestecilerinden. Robert ise onun programdaki anlamını ve yerini, programlı müzik-absolut müzik tartışmasına gönderme yaparak açıkladı: Takemitsu'nun müziğini parçanın ismi bile bir anlam, bir konu içerdiğinden öznel olarak nitelerken, Schubert'in Sonat'ını, ne kadar alımlamaya açık olsa da aslında oldukça nesnel bir müzik olarak tarifledi. Rachmaninoff'u ise absolut/nesnel müzik gibi görünse de ikisinin arasında, üçüncü bir yol çizmiş olarak niteledi. Bu nedenle, Rachmaninoff'u ilk ikisine bir yanıt niteliğinde üçüncü sıraya koyduğunu söyledi. 

Rachamaninoff, op.23 no.7 Do minör prelüdden bir kesit

Kısa bir aranın ardından konsere yine bir Rachmaninoff'la, op.23, no.7 Do minör prelüdle devam etti ve ardından akşamın en vurucu parçalarına sıra geldi. Biri programlı müziğin babası sayılan Franz Liszt'in (1811 - 1886) Harmonies poetiques et religieuses eserinden Benediction de Dieu dans la solitude, diğeri de müziğiyle öyküler anlatan Messiaen'ın Vingt Regards sur l'enfant Jesus eserinden Regard du Silence'ını, tam da programlı/öznel olmaları ve seçtiği eserlerde Tanrı inançlarını işlemiş olmaları nedeniyle ard arda ve arada alkış da almadan seslendirdi. Dinlerken kah kişileştirilmiş "sessizlik"in bebek İsa'ya nasıl ve neden konuştuğunu hayal etmek, kah tek başına doğada kalarak içsel bir yolculuğa çıkmak ve orada Tanrıyla konuşmak, kah piyanistin virtüözitesine hayran kalmak olsun, dinleyiciye de ağır bir yük yüklenmiş oldu. Diğer misafirleri bilemem ama ben kendi adıma, bunları düşünmek için toplam 25 dakikanın yetmediğini hissettim ve müziğin bitmemesini ve gerçek dünyaya dönmemeyi istedim.

Messiaen'i çalmaya başlamadan önce, bu eserin onda çağrıştırdığı 27:4 ve 46:10 mezmurlarını da okudu. Bense yalnızca notaların üstünde yazan cümleyi alıntılamıştım kendime: "Sessizlik elimde, ters yüz olmuş gökkuşağı... Beşiğin her sessizliği, Hazreti İsa'nın mucizeleri olan müziği ve renkleri ortaya çıkarıyor..." Gerçekten de eserin tonalitesi ve arpej kullanımı, adeta bir ışık tayfı yarattı ve ışıkın karanlıkla var olması gibi, notalar sessizlikte yankılandı..

Konser her ne kadar ev salonu gibi mütevazi bir ortamda gerçekleşse de McDonald'ın performansı göz doldurucuydu. Gürültü ve sessizlik zıtlığına dikkat çekercesine, forte ve piyano geçişlerindeki dinamik kontrastlarda , özellikle hafif çalınması gereken piyano bölümlerde oldukça başarılıydı. Farklı dönemlere ve üsluplara sahip bestecilere ait olsalar da yorumladığı her parçada doğru ifadeyi yakalaması etkileyiciydi. Performansta en beğendiğim yön ise, melodi üst partideyken de, değişik partilere dağılmışken de net bir şekilde duyurması ve en komplex parçalarda bile tonundaki netliği kaybetmemesiydi.


Konser yine bir Rachmaninoff'la, op.32 no.13 Re bemol majör prelüdle sonlanırken, karanlıkta başlayan yol aydınlığa uzanmış, şehrin gürültüsü uzaklaşarak notaların arasında büyüyen sessizlik ve huzur tüm salonu kaplamıştı..

Robert'in gelecek konserlerini iple çekiyorum. Kaçıranlar ve bu programın aynısını dinlemek isteyenler, 9 Mart Cumartesi günü Piano House Moda'daki konseri yakalayabilir !  





Thursday, February 21, 2019

YOK - 2

Ankara ...
"Ankara" diye düşündü. Onca şehir içinde, tereddüt etmeden "sevmiyorum" diyebileceği ender şehirlerden. Neden Ankara'yı sevmiyorum? Sevdiğim şehirler İzmir, İstanbul, Bursa, ... doğup büyüdüklerim. Doğmasam da büyüdüklerim. Keşke doğsaydım dediklerim.. Ankara hiçbir zaman onlardan olmadı. Belki de Oğuz Atay'ı sevmememle ilgisi vardır. Orhan Veli'yi, Bach'ı, Iron Maiden'ı diğerlerinden daha çok sevmemle de ilgisi olabilir. Mutlu çocukluğum, her doğum günümün -belki sıkıntı verecek derecede- kutlanması, ruhumu dağlayacak denli yaralar açmış bir varoluş arayışına düşmemem, hayatımın değişik dönemlerinde değişikliğe uğramamış önü-sonu belli karakterim, babam gibi 28 yaşında baba olmayıp ailemin yazgısına boyun eğmeyişim... Ankara belki tüm bu olmadıklarıma boyun eğmeyi ve olmaktan gurur duyduğum benliğimin silikleşip kaybolmasını çağrıştırıyordur. Belki de korkutuyordur. Çünkü silinip gitmekten herkes korkar ve korktuğundan nefret eder..

Silinip gitmek.. diye düşündü. "Sanırım o durakta inmeyip, dünyayı toptan terk etmeden önce bir hikayem olmasını istemem bu korkudan kaynaklandı" diye de düşünecekti ki kızıl saçlı kız tuvaletten döndü ve yine dünyanın en mutlu haberini almışçasına gülümsedi. Bu gülümsemenin içtenliği, kısılan ve çizgi haline gelen göz yuvarlağına karşın kocaman ve pırıl pırıl parlayan göz bebeklerinden anlaşılıyordu. Bu mutluluğun sebebinin kendisi olduğunu düşünerek sevinçle karışık bir gurur hissetti. Kız "oh ya ne güzel, büyük maceranın ilk durağına geldim, bundan sonra beni bekleyenlerden o kadar heyecanlanıyorum ki gülümsememi durduramıyorum !" diyene kadar.. "Demek ki onu gülümseten ben değilmişim.." diye düşünerek, kendinin bile fark edemeyeceği kadar küçük bir hayal kırıklığı yaşadıktan sonra "Evet ya, ben de gelecek maceralar için çok heyecanlanıyorum; iyi ki beni de çağırdın" dedi.

Sigarasını söndürdükten sonra, sıradaki hareketlerini planlamak için içeri girip gardaki bir kahveciye oturdular. Kızılın Ankara'da birkaç arkadaşı ve akrabası vardı ve onları görmeden devam etmek istemiyordu. Bu birkaç günde o da eski bir arkadaşında kalabilirdi. Otururlarken arkadaşını aradı ve uzun bir yolculuğa çıkmadan önce birkaç gün şehirde olduğunu, müsaitse onda kalmak istediğini söyledi. Ancak arkadaşı da şehir dışında olduğu için birkaç gün kalabileceği hostel veya otel bakındı. Böyle bir seyahati planlamadığı için pek parası da yoktu ve en ucuz yollu hostelde bir yer ayırttı. Kız ona kahvaltılık birşeyler ve en sevdiğinden kahve almıştı (hiç sormadan sevdiği sade ve sert kahveyi doğru tahmin etmesi biraz şaşırtmıştı:). Birlikte onları yerlerken "aslında Kapadokya'ya hiç uğramasak mı, vakit ve para kaybı. Hatta sonrasında Azerbaycan'a kadar gitmeye gerek yok, Bakü'ye gidersek oradan feribota binip Türkmenistan'a geçmek gerekir. En iyisi Gürcistan'dan Ukrayna'ya ve Rusya'ya geçmek; belki arada BaşKurdustan gibi kafkaslardaki çeşitli küçük ülkelere de uğranabilir." falan diyordu.

Kız bunları anlatırken gözlerim ellerine kilitlenmişti. Benim kısa ama biçimli parmaklarıma karşın onun beyaz ve boğum boğum parmakları, anaç parmaklarına tezat kırmızı ojeli ince uzun tırnakları, sonradan keşfedeceğim ama o sırada tahmin bile edemeyeceğim yumuşaklıktaki dokunuşları... Bunları düşünürken nereden çıktı bilinmez, "Doğu Ekspresi'ne bindin mi hiç?" dedim. Kız "aa hayır, sen?" diye sordu. "Ben de hiç binmedim." dedim gözlerim parlayarak.  Gürcistan'a gideceklerse (hele ki o mevsimde) en güzel seçeneğin Doğu Ekspresi olduğuna karar verdiler. Kız "AA belki demiryolu hikayecilerini bile görürüz." diye kendince sevinçler yaşadı ama en çok da adam yolculuğu sahiplendiği ve birlikte gitmeleri için bir rota önerdiği için mutlu olmuştu. Adamın onunla birlikte yolculuk etmeyi kabul etmesi hoşuna gidiyordu; nasıl olsa önünde yalnız alacağı çok uzun yollar vardı ve ne kadar çoğunda yol arkadaşı olursa kendisine o kadar iyi geleceğini hissediyordu. Ayrıca adam oldukça hoş, karizmatik, kısa da olsa konuşmalarından anladığı kadarıyla zeki ve ses tonuyla olsun, bakışlarıyla olsun etkileyici biriydi. Buna karşın, adamdaki ketumluk, aslında niye yola çıktığına dair bilinmezlik, kızdan herhangi bir beklentisi yokmuş gibi görünmesi ama alttaki niyetinin kestirilemezliği gibi etmenler kızı da hep tetikte olmaya mecbur kılıyordu. Yine de bu gibi durumlarla nasıl baş edileceğini öğrenmek için de iyi bir deneyim olacaktı ve kız "hadi o zaman, hazır gardayken doğu ekspresi biletlerimizi alalım" dedi.

Bilet bulmaları oldukça zor olmasına rağmen yaklaşık 1 haftanın sonunda, 2 kişilik yataklı kompartmanda Doğu Ekspresi biletlerini aldılar. Bu süre zarfında ikisinin de ne kadar içi gitse de birbirlerine müstakbel yol arkadaşı mesafesinden daha fazla yaklaşmadılar; çok az görüştüler ve konuştular. Kız teyzesinde kaldığı ODTÜ lojmanlarından Ayrancı'daki kuzenine gitmek dışında pek çıkmadı, bir daha çok uzun bir zaman tadamayacağı düzenli bir aile hayatının tadını çıkardı; adam da en ucuzundan oda tuttuğu Ulus'tan Kızılay'ın ilerisine geçmedi ve uzun zamandır yaşamadığı serseri günler geçirdi.. Yola çıkma sebebini ve şimdi ondan giderek uzaklaştığını düşündükçe, "en fazla 3-5 ay kaybederim, nolacak ki!" diyerek kendini avutuyordu.

Tren günü geldiğinde yine garda buluştular. İlk gün oturdukları kahvecide oturdular. Sanki artık resmiyeti kaldırabilirlermiş, ilk güven eşiğini aşmışlarmış gibi birbirlerine gülümsediler. Tren istasyona yanaştı, binip kompartmanlarını buldular. Kız sırt çantasını yerleştirdi. Adamınsa yerleştirecek bir sırt çantası dahi yoktu. Vagondan inip birbirlerine kaçak bindikleri tren maceralarını anlatırlarken son sigaralarını içtiler (kız ara sıra içiyordu). Yine konuşmanın bazı anlarında, şaşırtıcı bir estetikle sigarayı tutan siyah ojeli ellerine daldı. Bu arada görevli, kalkış düdüğünü çaldığında kompartımana bindiler ve raylar harekete başladığında gözlerini pencerenin dışı yerine birbirlerine dikmiş şekilde asıl yolculuklarına başladılar..