Murger Tomb

Murger Tomb
Henri Murger, Cimetiére de Montmartre, Eylül 2015

Friday, October 9, 2015

gecenin sonunda çatısı yanmış bir gar meyhanesinde konuştuğumuzdur

"eskilerde çok güzelim yani
eskidiğinde şu zaman
güzelleşiyorum
ama şimdiki zaman
ve anı yaşamak acı verici"
-bunu ben yazmadım-

Vincent Van Gogh, Potato Eaters, 1885,
Van Gogh Museum, Amsterdam.
yazın kışa dönmeye yüz tuttuğu, havaların tam soğumadığı ama kış kasvetinin kendini hissettirdiği, adına sonbahar dediğimiz mevsimin ortanca ayında bir kafede oturmuş yine eve gidip uyumak yerine iş yerinde bitiremediğim işleri yetiştirmeye çalışıyordum. daha 3 gün öncesine kadar 2 hafta izin almıştım ve sanki kendimi cezalandırmak istermişçesine ya da geçiş çok acılı olmasın diye sanki hiç izin almamışım, diğer alternatifleri düşünüp durmuyormuşum aylardırcasına laptop kucağımda copy paste ya da öyle birşeyler yapıyordum :)

bilgisayardan facebook'a neredeyse hiç girmiyorum ama sıkıntıdan açmış bakıyordum. 
...
derken
...
derken
...
bilirsiniz, bu işler hep böyle başlar. bilgisayar başında oturup bir şeylere bakarken, oradan başka bir yere, oradan başka bir yere geçersin (the simpsons'daki gibi mesela). derken, volkan ergen'in videolarını/filmlerini izlemeye başladım.

aman tanrım, ÇOK iyiler.

iyi kelimesi yetmiyor, hatta herhangi bir kelime tarif edemez ne olduklarını.
zaten bir sanat eserinin iyi olduğunu (şu an bir kelime kullanmam gerektiği için, iyi diyeceğim, yapacak birşey yok) kelimelerle ifade edilemeyişinden anlayabiliriz diye düşünmüştüm daha önce. bu filmleri görünce yine aynı şeyi düşündüm. siz de bir bakın, eminim size çok daha başka şeyler hissettirecek ve düşündürecekler (ama yine kelimelerle ifade edilemez olacak mı acaba:). 

Juan Miro, Constellation 16,
Femmes encerclées par le vol d'un oiseau.

ilk izlediklerim hamadryad two, trailer of yenidocumentary, hamadryad, heaven is above us, interview,... henüz çok daha fazla izlememeye çalışıyorum çünkü biterlerse bir boşluğa düşebilirim. şuan arasıra bir terapi gibi onları izliyorum. akşam iş yetiştirmeye çalışıyor olmanın sembolize ettiği tüm hayatımdan bir süre azade oluyor zihnim ve hatta belki de fiziksel varlığım.?
daha önce böyle birşey yapılabileceğini düşünmemiştim. zaten bu nedenle çok özgün ve "iyi" değil mi?

bu filmleri gördüğümde aklıma ilk gelen miro'nun yıldız, kadın, kuş resimleri ve trier filmleri (özellikle son birkaçı) oldu. ikirciksiz bir biçimde bunlar düştü aklıma. zaten bir sanat eserinin iyi olduğunu gösteren başka bir özellik de böyle çağrışımlar yaratabilmesi olduğunu düşünmüştüm daha önce.

Joan Miro, Femmes et Oiseau la Nuit, 1945.
Trier'in filmlerinde kadınların yeri ve rolüyle Volkan Ergen'in bu filmlerindekileri benzettim açıkçası. Trier için kadın düşmanı, kadınları aşağılıyor, vb. yorumlar yapılsa da (özellikle Nymphomaniac için) bence tam tersine kadınları yüceltiyor Trier. Onun gözünde, yüce bir yeri var. daha önce de dogville ve manderlay'de, antichrist'ta (hele antichrist'ta nasıl bir soyutlama var..) ve melancolia'da bu bakışını göstermişti. Bu bakış ne peki? burada da miro'ya geliyoruz. aslında tüm bu konsepti bana ilk düşündüren Miro'nun bu resimleri olmuştu. 2014'te Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki sergisini gezerken. Yıldızlar geceyi, doğayı ve insanın doğayla başbaşa kaldığı, onu boyunduruk altına almayıp ona boyun eğdiği zamanları, insanın daha masum olduğu zamanları anlatıyor. kuş da bu doğanın parçası olarak, insana naif bir şekilde eşlik ediyor (örneğin mozart'ın sihirli flüt'ündeki kuş papageno'yu hatırlayalım). ve asıl olarak kadın. kadınsa, tüm yaşama can veren doğa ana, insanları doğuran havva, insanların doğaya boyun eğdiği zamanların "tanrıça"sı. 

(boynumdaki kolyeyi merak edenlere işte bu açıklamayı yapabilirim, içten içe, ikiz idollerin* bendeki anlamı için. benim için aynı zamanda özgürlük de demek, bu pek tarihsel bir yerden kaynaklanmıyor tabi) 

Gustave Courbet, L'Origine du monde (The Origin of the World),
oil-on canvas, 1866, Muse" D'Orsay, Paris. 
volkan ergen'in hamadryad'ında (ağaç perisi demekmiş sanırım) gördüğüm de tam olarak bu oldu. çıplaklık, bu saydığım eserlerin hiçbirinde ticari bir imge değil, tam tersine insanlığın çocukluk çağındaki naifliğinin sembolü. aynı zamanda, nasıl doğduysak öyle. vajina, miro'nun da resimlerine koca koca çizdiği, trier'in de özellikle antichrist'ta konu ettiği (yalnız buna bu yazıda giremeyeceğim, kendi başlı başına bir makale olabilir) bir sembol yine. hepimiz oradan olmadık ve doğmadık mı? yaşamın kaynağı belki de. courbet'nin resmindeki gibi.

(egon schiele'in uzanan kadın'ını
da çok beğeniyorum)

İşte o akşam böyle büyülenmiş bir şekilde Volkan Ergen'in filmlerini izlerken, aslında onun müzisyen olduğunu ve geçen sene bir konserini izlediğimi fark ettim. şimdiki Yeldeğirmeni Sanat Merkezi, eski notre dame du rosaire kilisesinde, 29 Kasım 2014'te saksafoncu Meriç Demirkol'la verdikleri Inferno konserinde darbuka çalan ve -patlayan şeker yiyip yağmur efekti yapmak da dahil olmak üzere- efektleri yapan oydu. Blog açıp konserle ilgili izlenimlerimi (alımlamamı) yazmak istemiştim ve blog açmamı tetikleyen o konserdi. Neredeyse 1 yıl olacak, hala o konseri yazamadım ama en azından filmleri vesilesiyle Volkan Ergen'i yazıyorum şimdi. 

Dante'nin İlahi Komedyası'ndaki Cehennem'i müzikle anlattıkları Inferno'yu da büyülenmiş bir şekilde izlemiş ve filmlerini izlerken olduğu gibi, yapılan işteki soyutlamaya hayran kalmıştım. Cehennemin 9 katını tasvir ediyorlardı darbuka, elektronik -ve mekanik :)- efektler ve soprano saksafon kullanarak. ama program bile şeffaf kağıda basılıydı (yani, kimin aklına gelir ki bu:) böylece sadece mumlarla aydınlanan salonda programı ışığa tutarak okuyabiliyorduk ! umarım bu konser bir daha olur, o zaman sadece onu yazarım.



Volkan Ergen'in kullandığı semboller ve seçtiği konuların ötesinde (bu arada yazdığı şiirleri de okumalısınız !), filmlerinde kullandığı üslup da çok kendine özgü. ilk başta "tüm hayatımdan bir süre azade oluyor zihnim ve hatta belki de fiziksel varlığım" dediğim gibi, izlerken farklı bir gerçekliğe çekiliyorsunuz. sanki evrenin kuralları orada daha farklı, çünkü evren farklı. sanki orada zaman farklı akıyor, belki de akmıyor. ve müzikler... yine kendisi yapıyor müziklerini de. sanki kulaklarımızla duymuyoruz, ciğerlerimizde soluyoruz ya da midemizde öğütüyoruz ya da çok uzamış diyip kesiyoruz müziği, saç ya da tırnak gibi. (yani onu yaşıyoruz denebilir mi?)
bir de sürreal olarak tanımlıyorlar üslubunu. banaysa hiçbir tanıma girmez gibi gelmişti. ama evet, bilinen akımlardan biri olacaksa, sürreal değildir diyemiyorum.

bu filmleri gördüğümden beri bir haftadır işte bu ruh halindeyim. ara ara kendimi onları düşünerek dalmış bir şekilde buluyorum ya da durduğum yerde, kaçıp o dünyada geziniyorum kısa süre.
tesadüf o ki, bir süredir okumak isteyip bir türlü başlayamadığım bir kitap vardı: Giacometti'nin Atölyesi. Yazarı Jean Genet. (Giacometti, Fransız bir heykeltraş ve çok uzun yıllar Paris'te kırık dökük bir atölyede çalışmalarını sürdürmüş, mütevazi bir adam). Paris'e gitmeden okumak istiyordum, kitaptaki yerleri görürüm belki diye. yetişmedi bir şekilde. ama şimdi döndüğümde başladım ve kitapta volkan ergen'i buldum ! Nedense bu yazıyı Jean Genet'nin Giacometti'siyle bitirmek çok yakışacak. aynı tohumdan büyüyen iri lezzetli patatesler gibiler ikisi de (işte bir şekilde ikiz idollere bağlandı). yani kendi içlerinde bir güzellikleri var ama onları asıl anlatan şey güzellik değil. (bence çirkinlik iyidir, güzellik çok sıkıcı çünkü. güzel bir dünyada yaşamıyoruz ki, ne alırsak onu veririz. güzel bir yerde ve zamanda yaşamadığımız için, güzeli anlamazdık da, bu kadar etkilenmezdik. giacometti'nin eserleri de güzel değil, çirkin; kendisi de biraz.) ikisi de karanlıktan besleniyorlar, günışığının yarattıklarını emip varoluyorlar toprak altından. (bir "çilek" değiller, bu çok belli. da vinci, ingres falan "çilek" olabilir, ya da Boticelli falan.. onlar daha çok caravaggio, van gogh, ..) yani aşağıdaki alıntıyı Volkan Ergen'in sanatı için de düşünebilirsiniz. ben okuduğum anda bunu düşündüm..

"Güzelliğe, tikel, herkeste farklı olan, görünür ya da gizli yaradan, her insanın içinde taşıdığı, koruduğu ya da geçici fakat derin bir yalnızlık için dünyayı terk etmek istediğinde kapandığı, çekildiği yarasından başka kaynak aranmaz. Demek ki bu sanatla, sefalet düşkünlüğü arasında büyük fark var. Giacometti'nin sanatı, her insanın, hatta her şeyin o gizli yarasını bulmak istiyor gibi geliyor bana: yarası, insanı ya da şeyi ışıtsın diye."
Jean Genet, 
Giacometti'nin Atölyesi, Çev.Hür Yumer, Ocak 2012, 4. baskı, Metis Yayınları




**17 Ekim Cumartesi Saat 20de Tasarım Atölyesi Kadıköy'de (TAK) Yenidocumentary'nin ilk gösterimi yapılacak. ben şehir dışında olacağım için gelemiyorum :( ama siz filmleri ve müziği beğendiyseniz kaçırmayın derim





* idoller ve ikiz idoller






No comments:

Post a Comment