Müzik, estetik bütünlüğüyle, tasarımıyla, o zamanın ruhunu
yansıtır. [2]
Müzik Sosyolojisi nedir? İnsan, doğayla ilişkilerini
kodlarken (bu kodları evrensel kılmak ister), doğanın içinden belli sesleri
seçer. 12 ton tampere sistemi, makam müziği, vb. bu seçmenin ürünüdür. Bir ses,
doğuşkanlarıyla sonsuza gider; kapanmaz (Antik Yunanlı Phytagoras ortaya
koyduğundan beri doğuşkanları biliyoruz. Onun öncesinde de insan onların
varlığını sezebiliyordu). Ancak insan, doğayı ehlileştirdiği gibi müziği de
ehlileştirmiştir. Örneğin 12 ton sistemi o sonsuzluğu kapatır.
Ses sistemi -insanın doğayla ilişkisi gibi- bir seçme, bir
kurgudur. Bütün estetik etkinliklerimiz, varlığımızı/doğayı kodlama çabasıdır.
Bütünleşmenin vurgulandığı bir çağda (üretim ilişkileri, insan-doğa ilişkisi)
armoni yücelir.
Toplum-müzik ilişkisi üretimle başlar. İnsanın yaptığı
aletler gibi, müzik de bir üretimdir. Üretim güçleri, doğası değiştikçe onun
estetiği de değişir. 20. yy.da sürekli “Bu da sanat mı şimdi?” sorusu sorulmaya
başlandı. Çünkü üzerinde hemfikir olunmuş estetik değerler parçalanmaya,
ortaklıklar dağılmaya başlamıştır. Müzik, herhangi bir çağda –sosyolojik
olarak- “bu müziktir” diye üzerinde uzlaşılan şeydir. Çağdaş sanatçılar (modern
sanatçılar) da zaten burjuva rasyonalizminin kurallarını ve kalıplarını yıkmak
istemişlerdi.
Müziğin, başka dillere çevrilemeyen özgün bir dili vardır.
Bu dil; içinden çıktığı toplumsal, tarihsel ve ekonomik ortamın ürünüdür.
Üzerinde anlaşılan ortak beğeniler, estetik, o çağın koşullarından çıkmıştır. Örneğin;
Bülbülün ötüşüyle müziği birbirinden farklı kılan şey nedir? :İrade/Akıl. Biri
kuşu alıp kafesinde öttürüp “bu müziktir” derse o, müzik olabilir. Ama
toplumsal olarak kabul görmezse, insanlar “bu müzik değil” derse o, müzik
olmaz. Başka bir örnek, Asteriks çizgi filminde elinde liriyle şiir/şarkı
söyleyen ve ince bir sanat yapan adam; barbarca şarkılar söyleyen topluluk
tarafından beğenilmez ve susturulur. Onun yaptığı, o toplulukta kabul görmediği
için müzik değildir.
Belli bir müzik ifadesinin işlevi çağdan çağa değişebilir.
Mozart’ın Sihirli Flüt operası şimdi bizim için çok büyük bir eser, büyük bir
sanat başyapıtı ama o yazıldığı zaman, sıradan halkın bir yandan şarap içip bir
yandan izlediği bir şey. Oda müziği yazıldığı zamanlarda odada çalınsın
diyeydi. Ama bugün tonla para verip ulvi bir şekilde (mesela Aya İrini’de)
konserde dinliyoruz (hatta sosyolojik olarak dinsel bir şekilde). Ya da
Gregoryen Chant’ların new age versiyonları üniversitelerin diploma törenlerinde
çalınıyor.
Tarım toplumu döngüseldir. İnsanlar evcilleştirmeler yaptı,
doğal olmayan sentez bitkiler üretti, vs. aynı ses sistemi gibi. Döngü: 12 ay
diye tasnif ediyoruz ama doğada olmayan bir şey bu. 12 ton da 12 ay gibi.
Döngüsel demek, kendini tekrar eden biçimler demek. Gelenek; bu dünyanın köşe
taşıdır. Ticaretin doğmasıyla (13. yy.dan beri) tarım ve ticaret toplumları
çatışmaya başlıyor. Tacirler, ortaçağın çok katı, belirli, hiyerarşik
toplumunda hareket eden çok az sayıdaki gruplardandır (tiyatro kumpanyaları,
hayat kadınları gibi). Herkes hareketsizdir, çünkü tarım toplumunda hareket
etmeyen kazanır. Ortaçağda kentler çok önemli değildi; tacirler kentlerde
yaşamaya başladı ve kentler önem kazandı. Ticarette hareketsiz kalamazsın. Kentlerde
“bourg” denilen surlarla çevrili kalelerde yaşanıyordu. Tacirlere “bourg”da
yaşayan anlamında “bourgeoisie” denmeye başlandı.
Tarım toplumunun döngüselliği, hareketsizliği; tek bir
ideolojinin, tek hakikatin, tek düze sesin, yalnızca doğal seslerin makbul
sayıldığı bir estetik yaratmıştı. Ticaretin dünyası karşıtların söyleştiği,
çoğulculuğun doğduğu, tanrı inancı yerine insan aklının geldiği; hareket
gerektiren bir ahlak doğurdu. İnsan aklı Tanrı’ya kıyasla kusurludur ama bu
sayede farklı fikirler öne sürme, öncekinden daha iyi fikirler bulma mantığı
gelişiyor. Müzik, toplumsal değişimleri tam anında, hatta belki biraz
öncesinden yansıtıyor. Ticaretle birlikte, sorgulayıcılık bir erdem haline
geliyor. Öneren, karşı önermeyi alan,
onunla söyleşen: “kaçış” olan füg sanatı ortaya çıkıyor. Ölçüler, ağırlıklar
standartlaşıyor. J. S. Bach, İyi Ayarlanmış Klavye (well tempered clavier)
eseriyle standart belirliyor. Bu, neredeyse bir manifestodur. Füg,
sorgulayıcılığın en önemli simgesidir: önerme, karşı önerme ve tekrar söyleşme.
1,2,3,4,5,6,…. sese kadar çıkartabilirsin (Bach’ın füglerinde 3 ve daha fazla
sesi ustalıkla kullanabilmesi gibi, Mozart da operalarında 3 veya çok daha
fazla sesi aynı anda söyletebiliyordu). Daha çok ses, insan aklının sınırlarını
zorlaması açısından, Tanrı’ya kafa tutması açısından önemlidir. (Bach’ın
Contrapunctus 14 nolu eserinde ve bazı füglerinde isminin baş harflerini
koymuş, belli bir anlamı olan sayılarla oluşturmuş eserleri) Füglerde bir konu
var; çok uzağa gitmiyor ama o konu hakkında birçok şey konuşabiliyor. İki fikir
karşılaşıyor ama kendi içlerinde de çeşitleniyorlar. Bu, tarım toplumunda hiç
görülmeyen bir şey.
Tarım toplumu müziği döngüseldir. Karşıt fikirler
sunulmasıyla, iki sesin birbirini desteklemesi farklı çok sesliliklerdir. Tarım
toplumu müziği hep kendini tekrarlar; ardından ne gelecek diye merak etmezsin.
Ama Bach’ta “arkasından ne gelecek?” diye soruyor insan.
Sanayi toplumu geliştikçe (yani ince uzmanlıklara sahip, birbirinden
farklı bireylerin bir araya gelip gerçekleştirdiği bir üretim. Tek başlarına
yaptıkları işin büyük bir zorluğu veya önemi yok), dört sesli koraller ve
senfoni müziği doğuyor örneğin. Senfoni, artık “hep birlikte, eş tınlama”
anlamındaki “sinfonia”dan farklı. Senfonide tek tek enstrümanları dinleyince
pek bir zevk alamazsın. Dört partili bir koralin sadece tenor partisinden pek
bir şey anlamaz, lezzet almazsın. Senfoni orkestrası, sosyolojinin
kurucularından Emile Durkheim’ın toplum için söylediği gibi, tam bir “organik
dayanışma” metaforudur. Çok seslilik, çok önermelilik demek oluyor. (Füg ve
kontrpuan, bir orkestralama tekniği olarak da günümüzde hala kullanılmaktadır.)
Tarih sahnesindeki çatışmalar ve değişimler, müzikte de
görülüyor. Din/dogma ve laiklik/akılcılık arasındaki savaş, müzikte birebir
görünüyor.
20. yy.ın başında tüm sanatlarda estetik zirvesine ulaştı.
1. Dünya Savaşı’nın hemen arifesinde manifestolar çağı vardı. Kurulması için
500 yıllık bir mücadele verilen akılcı kurallar bir bir yıkılıyordu. Estetik
mükemmelleştikçe kendi çelişkilerini de yarattı. Bu dönemde kapitalizm de bir
dönüşüm geçirdi. Marx’ın döneminde sanayi kapitalizmi vardı ve krizdeydi. Bu krizini,
dünyanın tümünü bir pazar haline dönüştürerek ve somut metalar üzerinden
varsayımsal spekülasyonlar yaparak; finans kapitalizmini doğurarak aştı. Resimde
de bu dönemde empresyonizm doğdu. Rembrandt’taki gibi büyük detaycılık ve
gerçekçi çizimlerin yerini; gerçek somut metaları olduğu gibi değil de onların
insanda bıraktığı izlenimler aldı. Debussy, Schoenberg bu dönemdedir. Niye 20.
yy.ın başında bu kadar çok akım oluştu? Çünkü hepsi, finans kapitalizminin
yarattığı dünyadaki başka çelişkileri ele aldı.
Günümüzde post modern bir durum söz konusu. Artık üzerinde
uzlaşılmış kurallar, uzun erimli toplumsallıklar yok. Çünkü toplumsalın
çözüldüğü bir dönemdeyiz. Her dönemin bir modasından bahsedilebilir; günümüz
için böyle bir şey yok. Bugün Barok müzik de yapılabilir, 12 ton müziği de, vs.
Artık insanlar soyut bir büyük toplum değil; sürekli yapılıp bozulan, kısa
erimli, mikro toplumsallıklardan oluşuyor.
18. yy.da Osmanlı ve
Batılılaşma Dönemi[3]
Tarım toplumu dünyada
ticaret toplumuna evrilirken, Osmanlı bu sürecin gerisindeydi. Osmanlı, kendini
yenen toplumları tanımaya çalıştı. Ticaret ve kent yaşamı başladı. 17. yy.daki Lale
devri, dar bir elit içinde gerçekleşmişse de, ilk modernleşme çabası olarak
yorumlanabilir. Bu dönemden itibaren müzikler değişiyor. İfade devreye giriyor.
Eski müzikleri dinlerken sıkılıyoruz. Çünkü onların yapıldığı dönemdeki
ekonomik toplum, ilerlemeyen, hareket etmeyen, acelesi olmayan, bambaşka bir
dünyadır. Bu yüzden, o dünya da, müzikleri de bize çok yabancı.
Eskiden, çoğu şed/transpoze makamlar olmakla birlikte, 600e
yakın makam varmış. 19. yy.da çoğu elenmiş. Batı gamlarına yakın olan ve akılda
kalıcı ezgiler üreten makamlar hayatta kalabilmiş (Ali Ergur buna “gizli
tampereman” diyor). Usuller de zamanla elenmiş. 19. yy.dan önce çok uzun usuller
var. Örneğin 4 dakika boyunca süren büyük, tek bir ölçü gibi düşünebiliriz bu
usulleri. 19. yy.da artık bu usuller elenmiş, çünkü artık yaşam hızlı ve
kentli. Usuller küçülmüş, böylece kolay hatırlanabilir, kolayca tekrar edilebilir. Gitgide
eğlence müziği ağır basmaya başlar.
Modernleşmenin bir diğer göstergesi müziğin yazıya
geçirilmesidir. Yazı, standart getirir. Önceki dönemde aktarım yalnızca meşk
yoluyla oluyor. Ali Ufki ilk kez porte getiriyor. Kantemiroğlu bu müziği yazıya
geçirmeye çalışıyor. Nayi Osman Dede de bir çeşit harfler sistemiyle bunu
denemiştir. 19. yy.da Hampartsum Limonciyan, kendi adıyla anılan Hampartsum
notasını geliştiriyor. Bir çeşit grafik müzik yazısıdır.
Müziği yazıya almak modern bir tutumdur. Çalgılar da gitgide
modernleşiyor. Tampere sisteme yakın olanlar kalmış, diğerleri elenmiş. Perdeli
çalgılar kullanıma giriyor. Bu müzikte, bu topraklarda yüzyıllardır kullanılan
tek enstrüman ney (diğerleri elenmiş, yerine yeni enstrümanlar gelmiş, veya
değişime uğramışlar). Güçlü sesli
çalgılar, zayıf seslilerin yerini almış[4].
Piyano kullanıma giriyor. Mehter-i Birun
(askeri olmayan mehter) kuruluyor. Halk konserleri başlıyor. Müzik önceden dost
sohbetlerinin yanında yapılıyordu veya içsel bir yolculuk gibiydi. Eğlence
müziği yapılmaya başlanıyor. Kantolar bu dönemde ortaya çıkıyor. Piyanoda
çalınan makamlarla müzik yapılıyor. 20. yy. başında, 1920lerde Hüseyin
Saadeddin Arel , Türk Musikisi Nazariyatı’nı yazıyor. Daha önce İbni Sina ve
çağdaşı olan İslam bilginleri de Edvar denen müzik teorisi kitapları yazmışlardı ama onların teorik bir amacı yoktu. Bu, onların astronomi, felsefe gibi
uğraşlarından biri olarak, dünyayı ve doğayı kavrama çabalarının içinde
değerlendirilebilir. Müziğin teorisini yazmak modern bir olgudur. Sözlü
kültürden yazılı kültüre geçmek de modernleşmenin bir anlamı.
Soru-Cevap
1.
Lale Devri Osmanlısı ile Barok dönem Avrupa
müziği arasında benzerlikler var. Bach’ın fügleriyle Itri’nin Neva kar’ında çok
büyük bir benzerlik var.
Evet, Lale Devri ile Barok Avrupa arasında bir etkileşim
olmuştur. 18. yy.dan itibaren Avrupa ve Osmanlı arasındaki enformasyon akışı
oldukça artmıştır. Haberleşme ve iletişim o dönemde gelişmişti. Örneğin Mevlevi
Haneleri’nin her biri birer danstır; Barok Süit gibi. Osmanlı’da Avrupa’dan
esinlenme var. Örneğin, Yine Bir Gülnihal, valslerden esinlenmiştir; bir valstir.
Bugün, o döneme ait müziklerden en çok bu eseri beğenip dinlememiz ve bunun
yaşamış olmasında bu Avrupa esininin de büyük etkisi vardır (Avrupa’nın o
döneminin toplumsal ilişkiler bakımından bugüne daha benzer olması
dolayısıyla). Bugün hala dinlenen Dede Efendi, Hacı Arif gibi kişilerin
eserleri de geleneksel olarak o dönemin ağır Mevlevi müziğinden ziyade daha
“pop makam müziği” diyebileceğimiz sade makamlarla ve usullerle yapılmış
olmalarından dolayıdır.
2.
19. yy.dan beri yaşanan bu değişimler sonucunda,
biz geleneksel müziğimizi kaybettik diyebilir miyiz?
Bu, evrimin kanunudur. Toplumun beğenileri değişecektir.
Arkasından yas tutmanın bir anlamı yok. Yine de geçmişin mirasını yok saymamız
gerekmiyor. Bir yandan anaakım toplumsal sanat beğenisi olacaktır. Geçmişin
müziğini ise akademik anlamda inceleyebiliriz; derleyip toparlayabiliriz ancak.
Yeni oluşacak sentezlerin sosyolojik temeli oluşuyor bugün; buna müdahale
edemeyiz.
3.
Geleneksel Anadolu müziğinden bahsetmiyorsunuz
herhalde?
Ondan da bahsediyorum. Bugün otantiklik savunusu yapamayız. Halk
müziği tarım toplumlarının, köyün müziğidir. Artık köylerde yaşayanlar da köylü
değil, tarım toplumu değiller. Onun da yeni sentezleri olacak. Örneğin fasıl da
bugün anladığımız gibi bir müzik değildi; değişti ve bugünkü anlamına geldi
(içkili yemeğe gittiğiniz bir mekânda sizi kalkıp oynatacak müzikler). Bugün
“Türk Sanat Müziği seviyorum” diyenler de aslında ağır, enstrümantal müziği
değil, şarkıları seviyorlar. Şarkı, makam müziğinin yalnızca bir türü ve kolay
bir türü; kısa, sözlü, anlam taşıyor.
4.
Kına gecelerinde Kibariye dinleniyor?!
Eh, tabi öyle olacak.
Yakın zamana kadar; dinlenen müzik türü, dinleyicinin
sınıfını ve kültürel sermayesini gösteriyordu. Postmodernizmin/küreselleşmenin
tüm kötü yanları bir yana, en azından bunu ortadan kaldırdı. Türk müziğini de,
Beethoven’ı da dinleyebiliyor herkes.
5.
Sizce geleceğin müziği nasıl olacak?
Bilmiyorum, ama bugün bildiklerimizden farklı bir şey olur
gibi geliyor bana. Çok karmaşık bir dönemdeyiz. Açıklanması çok zor bir dünya
var. Bir yönünü açıklıyorsun, öbürü açıkta kalıyor. Yeniden yeniden yazmalısın.
Bu yüzden büyük anlatılar yok oldu; bütünlük yok.
[1] Prof.
Ali Ergur’un 26 Mart 2012’de Nazım Hikmet Akademisi’nde verdiği seminer
notlarıdır.
[2] Ahmet
Say’ın Müzik Tarihi kitabının girişinden kendi eklediğim not: “Müzik, belli bir
amaç ve yöntemle, belli bir güzellik anlayışına göre işlenerek birleştirilmiş
seslerden oluşan estetik bir bütündür. (…) Müzik tarihi, kültür tarihinin
yaratıcı bir parçasıdır.”
[3] Seminerde
dinlenen müzikler: tamburi Mustafa çavuş (daha modern), 14. yy. sultan veled
(ortaçağ)
[4] Kendi
notum: çalgıların ses gücünün artması ve daha gür sesli çalgıların tercih
edilmeye başlanması Fransız devrimi zamanlarında gelişen bir tutum. Çünkü artık
yığınlar ve geniş kitleler hedef alınıyor, müzik küçük topluluklara değil
yığınlara ve yığınları etkilemek için yapılıyor, konser salonları gelişiyor. Müzik,
geniş halk kitlelerinde toplumsallaşıyor. Devrimin getirdiği yığınlık, genişlik
psikolojisi bunun etkenlerinden biri.