Dünyaca ünlü piyanist Toros Can’ın 23 Ekim Pazartesi akşamı Kadıköy Süreyya Operası’nda verdiği Barok Dönemden Çağımıza Süitler başlıklı konseri, hem yorum hem eser seçimi hem de sanatçının dinleyicilerle kurduğu iletişim anlamında bir süredir izlediğim en etkileyici konserdi. Çağdaş piyano edebiyatındaki ustalığıyla bilinen Can’ın modern eserleri olduğu kadar barok eserleri de kendi estetikleri içinde nefes kesici şekilde yorumladığı konserde 500 kişilik Süreyya Operası tamamen doluydu. Sanatçı, Purcell, Debussy, Schulhoff ve Hindemith’ten süitler seslendirdiği akşamda eserlerden önce kısa açıklamalar da yaparak parçalara ve bestecilerine ilişkin bağlamı ve dikkat çekici noktaları izleyicilerle paylaştı. Ustalığıyla olduğu kadar mütevaziliğiyle de göz dolduran hocamızın eserlerle kurduğu bağı kendi gözünden aktararak bize de onlarla bağ kurabilecek yüzeyler yaratması çok güzeldi.
Konserin başlığında yer alan ve çeşitli popüler halk danslarının uygun bir ritmik ve tonal çerçevede bir araya getirilmesinden oluşan süit formu, altın çağını barok dönemde J.S. Bach’la yaşamış; 20. yy’a doğru tekrar bestecilerin gündemine girerek farklılaşmıştır. Programın ilk iki eseri, Toros Can’ın 2005 tarihli Suites & Grounds CD’siyle ilk kez kaydını gerçekleştirdiği Henry Purcell’in 4 numaralı La minör ve 7 numaralı Re minör süitleriydi. Aslında klavsen için bestelenen bu parçaların icrasındaki özgünlük ve orijinal ruhu kaybetmeden yorumlayışı oldukça başarılıydı. Parçaya başlamadan önce barok eserlerin yorumuna dair süren ezeli tartışmaya “”Bir müzikoloğa Bach’ta pedal kullanılır mı diye sormuşlar, kullanmak yanlıştır ama kullanmamak daha yanlıştır.” demiş” şeklinde esprili bir şekilde gönderme yaparak bu konuda kendi görüşünü de dinleyenlerle paylaşmış oldu.
Müzikte empresyonizmle özdeşleşen Claude Debussy’ye ve en çok 3. bölümü Clair de Lune’le bilinen ünlü eseri Suite Bergamasque’a geçtiğinde adeta bizi zaman makinesiyle Purcell’den 200 yıl sonraki başka bir dünyaya yolculuğa çıkardı. İlk bölümü Prélude dışında Barok süitten uzak, dans ve hareketten çok dinlemeye yönelik ve tonalitenin ve bölümleri birbirine bağlayan bağın önceki döneme göre gevşediği bir parçayla karşı karşıya kaldık. Kimi kaynaklara göre çoğunlukla gezgin soytarılar tarafından icra edildiği belirtilen Kuzey İtalya’daki Bergamo bölgesinin dansı Bergamasque ismi eserdeki esprili ve yer yer ironik üsluba gönderme yapıyor gibiydi. “Bergamasque” aynı zamanda, Clair de Lune’un adını aldığı Paul Verlaine’in aynı isimli şiirinde de sevgilinin ruhunu tasvir ederken geçmektedir.
Debussy’yi çalarken piyanoya dokunuşuyla nasıl can verdiğini fark etmemi sağladığından, oturduğum yerden sanatçının ellerini görebildiğim için kendimi çok şanslı hissettim. Aslında ardında büyük bir matematik ve emek yatan ama bir o kadar da doğaçlama ve uçucu görünen parmakların hareketini izlerken ben de uçuyor gibiydim. Bestecinin parçanın adını değiştirmeden önce asıl esinlendiği Promenade Sentimentale şiirinin
“Batan güneş son ışınlarını yayar
Ve titreştirirken nilüferleri rüzgar
Koca su çiçekleri sazlıkta
Işıldar mahzun, durgun suda”
mısralarındaki hissi salonu dolduran dinleyicilere başarılı bir şekilde aktardı.
Erwin Schulhoff’un Partita ve Paul Hindemith’in 1922 Suiti eserlerinin yer aldığı ikinci yarıda piyanist bizi yine bir zaman yolculuğuna çıkardı ancak bu defaki değişim çok daha dramatikti. Geç romantik Fransa’da sömürgeleşmeyle servetin artmakta olduğu; yeni kültürlerin keşfedildiği nispeten parlak ve “güzel” bir çağın aksine; aradan yalnızca 30 yıl geçmesine karşın modern Almanya’daki 1. Dünya Savaşını yaşamış ve yenilmiş, ekonomisi çökmüş bir düşüş devrine ve onun “çirkin” estetiğine gittik. İkisi de 1922’de Almanya’da yazılmış bu eserlerde armonideki değişim, dissonans kullanımının artması, Ragtime, Boston, Shimmy gibi popüler Amerikan danslarının seçilmesi, A-B-A formunun kullanılması gibi birçok ortak özellik bulunuyor. Ayrıca, alışıldık şekilde dans etmeye uygun olmasalar da özellikle Fox tempo ve Ragtime parçalarda enerji o kadar yüksekti ki seyirciler kadar sanatçı da kalkıp dans edecek gibiydi :)
İlk sıradaki Erwin Schulhoff, erken bestecilik döneminde ekspresyonist 12 ton müziğinin ve Dadaizmin etkisinde olmasına karşın Bach’ın eserleri gibi Partita ismini kullandığı bu eserinde Yeni Klasikçilik’e daha yakın bir üsluptadır. Toros Can da kısa açıklamasında Komünist Manifesto üzerine bir kantat bile yazmış olan Schulhoff’un yenilikçiliğine, deneyselciliğine ve 1912 yılında bu özelliklerinden etkilendiği Debussy’nin öğrencisi olmuş olmasına vurgu yaptı.
8 bölümlük Partita’nın ilk parçası Tempo di Fox başlayınca müzikteki tonal, ritmik ve dinamik değişimin yarattığı ufak çaplı bir şok yaşarken; 4. sıradaki Tempo di Fox a la Hawai’yi de dinleyince piyanistin vahşi bir tilkiyi evcilleştirme çabasına şahit oluyor gibiydim. 3. sıradaki Tango-Rag ve 7. sıradaki Tango adlı parçaları tangoyla ilgisi olan diğer seyirciler gibi ekstra bir merakla dinledim. Bunların isim benzerliği dışında günümüzde bilinen Arjantin Tangoyla ilgisi olmasa da sol elin akıcılığı ve sağ elin sertliğindeki birbirine karşıtlık tutkuyla dans eden bir çiftin hareketlerine ve tangonun doğasındaki çatışmaya benziyordu.
Konserin son bestecisi Paul Hindemith, 1935-37 yılları arasında Türkiyeye ziyaretler gerçekleştirmiş ve Ankara Konservatuvarının ve kanununun gelişme sürecinde danışmanlık yapmış olduğu için ülkemiz müzik tarihinde önemli bir yeri vardır. Bunun yanı sıra, Toros Can’ın hayatında ikisinin de farklı dönemlerde de olsa Yale Üniversitesi’nde okumuş olmaları ve ilk CD’sini onun eserleriyle kaydetmesi itibarıyla özel bir yere sahip olduğunu öğrendik.
Hindemith’in eseri 5 bölüm olup 2. sıradaki Schimmy’de dansın doğasından da kaynaklı olarak oldukça paranoyak bir hava hissediliyordu. Diğerlerinin yanında çok daha sakin ve lirik olan 3. sıradaki Nachtstück’te bir nefes alma fırsatı bulduk. Son parça Ragtime’da ise Toros Can, Hindemith’in bu bölüme kullanım kılavuzu yazdığını ve çalana “Piyano derslerinde öğrendiklerini unut, Hangi notayı hangi parmakla çalacağını boşver, Parçayı vahşice çal ama ritmi daima bir makine gibi düzgün olsun. Piyanoyu ilginç bir çeşit vurmalı çalgı gibi düşün ve öyle davran” talimatı verdiğini aktardı. Gerçekten de parçadaki motorik his fark ediliyordu ve o dönemin vahşi şekilde gelişen sanayileşmesini gözümde canlandırdı. Tüm salonun nefesini tutarak izlediği bu parça esere, bu eser de konsere son noktayı koymakta oldukça başarılıydı. Alkışın uzun süre durmadığı konserde bis olarak Purcell’in Round O eserini çalarak parçanın adı gibi döngüyü tamamlayarak bizi başladığımız yere döndürdü.
Geceye dair en dikkat çekici noktalardan biri programın tasarlanışındaki zeka ve incelikti. Farklı dönem ve karakterlerden bestecilerin süit başlığı altında bir araya getiriliş ve yorumlanışındaki zerafet göz doldurdu. Belki programda bu formun en iyi örneklerini vermiş Bach’tan da bir eser yer alsaydı tam bir süit retrospektifi izleyebilirdik. Bunun yanı sıra, farklılıklarından da bahsetmiş olmasına karşın Schulhoff ve Hindemith’in birbirine benzer eserlerinin çalınması; dinleyiciyi bestecileri birbiriyle karşılaştırmaya ve eserlerden birini tercih etmeye itti. Programdaki bir diğer ilginç yön ise, 3 bestecinin (Debussy, Schulhoff ve Hindemith) dinlediğimiz eserlerini 28 yaşında yazmış olmalarıydı. Gelecek ay ben de 28 yaşımı dolduracağım için buradan kendime pay çıkarıp hemen süit yazmaya başladım (!) şaka şaka, bu eserleri kendime doğum günü hediyeleri olarak armağan ettim :) Uzun süre etkisinde kalacağım bu konserden sonra Toros Can’ın yeni resitallerini iple çekiyor olacağım.