Murger Tomb

Murger Tomb
Henri Murger, Cimetiére de Montmartre, Eylül 2015

Thursday, May 5, 2016

YOK - 1

Trim
Trak
Trim
Trak


Demir tekerlekler raylarda dönmeye başladı, sonuna götüren son yolculuğu başlamıştı. Yemekli vagon açık mıdır acaba diye düşündü. Çünkü ucuza bira içerek sigarasını da içebileceği kısa da olsa rahat bir yolculuk yapmak isterdi, bilet kontrolüne de takılmazdı. Sonra hiç parası olmadığını düşünerek vazgeçiyordu ki, “ödemeden inerim” dedi. Normalde bunu asla yapmazdı çünkü trene biletsiz binmek yetmezmiş gibi zaten ucuz olan yemekli vagonda içtiği alkolü ödememenin bohem bir yanı yoktu. Yine de henüz kimsenin gelmediği yemekli vagona giderek köşe bir bölmeye oturdu, eprimiş camel paketinden bir sigara çıkardı ve kalan sigaralarının kısa yolculuğunda yetip yetmeyeceğini düşünerek pakete şöyle bir göz attı; yeterdi. Nasıl olsa artık kendini daha çabuk öldürmek gibi bir gayesi yoktu.

The Naiad, John William Waterhouse, 1893

Daha içki bile söyleyememişken tren diğer istasyonda durdu ve birkaç yeni yolcu aldı. Bunlardan yalnızca biri, kendi yaşlarında bir kadın biraz önce kendisinin yaptığı gibi doğrudan yemekli vagona geldi ve onun olduğu yere kaçamak bir bakış attıktan sonra çaprazındaki bölmeye sırtı dönük şekilde oturdu. “lanet olası bir backpaker” diye düşündü ilk anda, biraz onu gözlemledi ama çok da ilgilenmedi. En sonunda birasını istedi, ilk yudumlarını alırken dördüncü sigarasını yakmıştı; “beklediğim kadar kaygısız değilim demek ki” diye geçirdi içinden. O sırada kadın dönüp ona baktı, kısa bir ikircimden sonra gelip karşısına oturdu ve bir sigara istedi. –ah istediğinin ne büyük bir şey olduğunu bilseydi, onu vermemden utanırdı- diye düşündü. Sigarasını yakınca kadın “burada oturabilir miyim biraz?” dedi, “ben birkaç istasyon sonra ineceğim” desem de birasıyla çantasını da diğer masadan alıp karşıma kuruldu.

Bu hareketinden sonra biraz ilgimi çekmedi diyemem. Aslında kızıl saçları da biraz ilgimi çekmemişti diyemem. Ama şimdi sigarasından nefes çekerken bana dik dik bakması … artık kesinlikle ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Onda kesinlikle “dirty” bir şeyler vardı. Sonra, bu gizemle taban tabana zıt şekilde neşeli bir “Merhaba!” dedi. “Ben XXX”. Yapmacık bir şekilde elini uzattı sıkmamı ister gibi. Neden bilmiyorum, o kadar inançlıydı ki onu üzmek istemedim galiba, ben de gönülsüzce elimi uzatıp “YYY” dedim. Çok mutlu oldu ! sigarasını sevinçle söndürdü. O kadar büyük ve içten güldü ki ben de gülümsedim. O sırada bir istasyonda daha durduk, yemekli vagona kimse gelmedi. Biralarımızı yudumladık, o içten gülümsemesini sürdürdü; bense karanlık düşüncelerimin gölgesi ardından sırıttım ruh halim elverdiğince.

Trim
Trak
Trim
Trak

Aslında o anda çoktan anlamış olurdum onu, ne yaptığını, ne yapacağını; ne olduğunu ve ne olacağını. Ama ben artık tüm bunlardan geçmiş, en sonunda son yıllarımı esir alan mücadeleyi yenmenin bir yolunu bulmuş ve ufak ufak dünyevi bağlarımı gevşetmiştim.

Tren hareket ederken bana nereye gittiğimi sordu. “sona” dedim. Son durak dediğimi sandı herhalde, “aa ankaraya mı gidiyorsun sen de, ben de ankaraya gidiyorum.” dedi. “ondan sonra nereye gideceksin?” “ondan sonrası yok ki!” dedim. Ankaradan sonra bir yere gitmeyeceğim dediğimi zannetti sanırım, büyük tebessümü soldu biraz; can sıkıcı olduğumu düşünmüş olmalı. “ben ankarada birkaç tanıdığımı görüp kapadokyaya, oradan karadeniz, Gürcistan, Azerbaycan, rusya, derken dünya seyahatine çıkacağım” dedi. “Hatta şu an çıkmış bulunuyorum” diye kıvançla ekledi. “Sen ankarada ne yapacaksın?”   “ben ankaraya gitmiyorum aslında, bir sonraki istasyonda ineceğim” dedim. Anlamazlıkla baktı. Ne sorarsa merak ettiği şeyi öğrenebileceğini tartarak “nereye gidiyorsun peki?” dedi. Bu defa doğruyu çağrıştırabilecek bile herhangi bir şey söylemek istemedim uğraşmak istemediğim için. Arkadaşım orada oturuyor, birkaç günlüğüne evine davet etti, uzun zamandır görüşememiştik gibi bir şeyler geveledim. “benimle gelmek ister misin?” diye sordu sonra pat diye, durağın da yakınlaştığını görmüş olacak ki.. “yola benle devam etmek istemezsen dönüş trenine biner yine arkadaşına gidersin. Ama ben senle yolculuk etmek isterim. Gürcistana, oradan azerbaycana, oradan Ukrayna ve rusyaya otostop çekmek, birlikte transsibirya trenine senle binmek isterim. Yola çıkmadan yalnız olmanın daha iyi olacağını düşünmüştüm ama şuan bir yol arkadaşına ihtiyacım olduğunu hissediyorum.” Dedi.

Trim
Trak

Tam o sırada istasyona yaklaşmıştık, tren yavaşlamaya başladı, hemen karar vermeliydim. 10 dakika önce umurumda bile olmayacak bir teklif bir anda beni düşündürmeye başlamıştı. Birçok farklı ülke gezmiş olmama rağmen böylesine bir yolculuk beni hiç cezbetmemişti. Ama bu teklif .. kaybedecek birşeyim olmamasının yanı sıra, karşımda müthiş bir arzuyla dolup taşan, ne istediğini –az çok- bilen/arayan ama en nihayetinde bir hikayesi olan biri vardı. Ve benim bir hikayem yoktu. Sona gelmiştim ama benim bir hikayem yoktu, hiçbir zaman da olmasını istememiştim, olması için çaba sarf etmemiştim. Ama şu an bu kadına ve onun hikayesini gerçekleştirmesine yardım etmek için müthiş bir istek duydum. Hayatta en son ne zaman bir şeyi istediğimi, hatta onun için arzu duyduğumu hatırlamıyordum; şu an hissettiğim ise -sanırım- buna en yakın şeydi. Bunları düşünürken ineceğim “son” durak geçti. Karşımdaki kızıl kadın şu an fark edilir derecede büyük gülümsüyordu; mutluydu.

20. yyda tıp biliminin gelişmesiyle, insanlığın binlerce yıldır sırlarını araştırdığı gizemler de bir bir aydınlanmaya başlamıştı. Sıtmayı yüzde yüz önleyen aşılardan birçok kritik kanser türüne çare bulunmasına, görme ve işitme gibi duyu kayıplarının yeniden kazanılmasından şizofreni ve epilepsi gibi psikiyatrik hastalıkların iyileştirilmesine kadar pek çok ilerleme kaydedilmişti. Tüm bunlar olurken organ nakillerinde de mucizevi aşamalar kaydedilmiş ve başlı başına kendisi çağın en büyük sorunu haline gelecek olan yaşam nakli bulunmuştu. Önce tekil organların fonksiyonunu yitirmesi üzerine başlayan çözüm arayışları, yaşam süresinin uzatılması, yapay organ çalışmaları vb araştırmalarla entegre edilerek dokuları uyum gösteren bir bireyden diğerine yaşam süresi nakli olarak özetlenebilecek bir keşfi ortaya çıkarmıştı. Örneğin ölümcül bir hastalığı nedeniyle 27 yaşında ölmesi beklenen 20 yaşındaki bir hastaya 33 yaşında bir hastadan 13 yıllık bir yaşam nakli yapıldığında, eğer operasyon başarılı şekilde gerçekleştirilebilirse, 33 yaşındaki donör görüntüsü değişmese de fiziksel olarak 46 yaşında oluyor; hasta ise 40 yaşına kadar yaşayabileceği bir ömür edinmiş oluyor.

Tıbben sağlanan bu gelişme için gönüllü sayısının çok olmadığını belirtmeye gerek olmadığını düşünüyorum. Ayrıca, bir kişinin tüm ömrünü bağışlaması (intihar) yasaklanmış olup kişi başına bağışlanabilecek yaşam ömrü de evrensel olarak kısıtlanmış ve tüm diğer tıbbi seçeneklerin denenmiş olması şartına bağlanmıştır. Bu türde bağışlarda yapılacak kazanç/kayıp hesaplarında da aktüeryal hesapların kullanılması esası geçerlidir. Ancak yasalarla getirilmiş kısıtlamalar bu işlemin karaborsada ve illegal olarak yapılmasının önüne geçememiştir. en çok da darkweb'in kullanıldığı karaborsada organlarını ve bebeklerini satanlar, hala köle ticareti yapmaya kalkanlar olduğu gibi yaşam süresini satanlar da türemiştir. Bunun diğerlerinden önemli bir farkı, satış karşılığında alınan ücrettir. Çünkü satıcı yaşam süresini verdikten sonra, kazandıklarını harcayamayacaktır. ..

Hükümetlerin belli bir yaşın üzerine çıkmış zenginleri denetleme taahhütünün geçerli olmayacağı çok belli olmasına rağmen illegal yaşam satışı pazarında belli kurallar oluşmuştur. Bu hem satıcıları hem de alıcıları pazara dahil etmek için alınması gerekli önlemlerdendir. Buna göre, hiç kimse %99 güven aralığında tespit edilen yaşam süresinin %80’inden fazlasını satamaz –ki bu süre her halükarda 40 yılı geçmeyecektir- ve kimse alım tarihindeki yaşının %50’sinden fazla yaşam süresi satın alamaz. Bahse konu alım-satım işlemlerinde uygulanacak fiyatlar her sözleşme başına taraflarca belirlenecektir. Ancak, satılan her bir yaşam yılının fiyatı asgari primin altında olamaz.


Yolu çok kelime sarf etmeden, ara sıra birbirlerine gülümsemek ve uyumakla geçirdiler. Gözlerini Ankara Garında açtılar, güneş vardı. Kondüktör bilet kontrolü yapmamış mıydı? Bilinmez .. gözlerini Ankara Garında açtılar, o gün kimse ölmedi. 

...


... devam edecek



Monday, February 1, 2016

InFeRnO

"The ugliest man on earth was standing on top of the world." diye düşündüm Dunia'nin çatısında 28 Ocak'taki Inferno performansını izlerken. Hiç bitmeyecekmişçesine bir karın ağrısı. İçinden çıkılmaz bir girdap ve çaresizliğin acısı. Hiç güzel günler yaşanmamışçasına/güneş hiç doğmamışçasına gömüldüğüm bir karanlık. "Ruhsuzum ben, bilmiyor musun?" der gibi: "Konuştuğun bu şey yalnızca bir kabuk!" Anlaşılmak için çok karmaşık. (Özellikle 3. halkadan önce herşey çapraşık)

Inferno, Dante'nin İlahi Komedya üçlemesinin ilk bölümü olan Cehennem'den esinleniyor. Dante'nin kelimelerle yaptığını seslerle yapıyor; ama Dante gibi şekilsel olarak çok katı olan Terza Rima türü şiirin aksine, özgür doğaçlama ile Cehennemin 9 katını tasvir ediyor. "Inferno", Volkan Ergen'in darbukası (ve kimi zaman diğer değişik vurmalıları) ve Meriç Demirkol'un soprano saksafonuyla canlanıyor. Yine Volkan Ergen'in yarattığı olağanüstü kaliteli ses ve efektlerle bizi içine alıyor [derimizi yüzüyor, etimizi doğruyor, ruhumuzu çiğniyor, birbirimize çarpıştırıyor, ateş yağmuruna tutuyor, ziftte kaynatıyor, baş aşağı gömüyor, yılanlara sokturuyor ve sonunda buz kesip donduruyor .. ]

Sesler bizi öğütse de ilk başta bizim onu öğüteceğimizi sanmamız yanılgısını yaratıyor. Çünkü üzerinde "3. halkada aç" yazan bir çatal-bıçak paketi karşılıyor bizi konser başlamadan önce.


20 dk kadar sonra 3. halka gelince "tüm o süre boyunca büyüyen merakımızın oburluğuyla" paketi açıyoruz ve içinden -ilk bakışta- anlamsız olan o çatal dilli pipet çıkıyor.


Darbukacının yönlendirmesiyle, ondan ses çıkarmamız gerektiğini anlıyoruz ama pek de beceremiyoruz aslında:) 3. halkadaki tutsak oburlar gibi açlıkla bekliyoruz ama sonunda yine doyamıyoruz. Sonra anlıyoruz ki, pipetten çıkan ses aslında 3. halkanın bekçiliğini yapan üç başlı köpek Kerberos'un ulumalarını duyuruyor. (Orada biz seyirciler de çok başlı bir şeytan köpeğin farklı kafaları mı oluyoruz?)

Tüm bunlar olurken mekan bir yanıyor, bir sönüyor ama aslında daha ziyade yanıyor. Çünkü müzisyenlerin ortasında yanan kahverengi kilise mumları duruyor. Inferno'yu ilk izlediğimde (ki şu yazıda bahsetmiştim) de bu mumlar iki müzisyenin arasındaydı. Aslında bu müziğin ve mumların da kiliseye daha çok uyduğunu söylemeliyim. ama asıl olarak, ancak bu konserde fark ettiğim, o mumların iki müzisyeni birbirinden ayırdığı ve ikisine de ayrı kişilikler kazandırdığı: birinin Dante, birinin Vergilius olduğu. kaybolmuş, yüce sevgiyi arayan Dante Volkan Ergen, bu yolculuğun Cehennem bölümünde ona rehberlik eden Vergilius'sa Meriç Demirkol. Yoksa tam tersi mi? Hangisi diğerine yol gösteriyor? Sanırım bu; özellikle de bu tarz müzikte, özgür doğaçlamada, yanıtlanması olası olmayan bir soru haline geliyor. Çünkü tonal müziğin, tonal doğaçlamanın dışına çıkılan bu müzikte (aynı yer altına girerek dünya gerçekliğinin dışına çıkılan Inferno gibi); birinin diğerine yol göstermesinden bahsedilemez. Sonuçta Dante olmasaydı, Vergilius da Cehennem'e girer miydi?

29 Kasım 2014, Yeldeğirmeni Sanat Merkezi konserinden

Bunları düşünürken sapkınların açık mezarlarında inlediği ve cehennemin 3 cadısının gelenleri taş kesmek için Medusa'yı beklediği 6. kat bitiyor. Giderek daha derine iniliyor, daha da kararıyor. Mumları spreyle yakıp alev çıkartıyorlar. Yanık et kokusu alınabilir her an. ya da sıcaktan kavrulabiliriz. Yeldeğirmeni'nde yangına sebep olacaktı bu spreyli deney galiba. Neyse ki Dunia'da bir şey olmuyor (hatta maalesef, neredeyse hiç bir şey olmuyor -halkaları açıklayan tepegözden çok fazla ışık çıktığı için belki de). Önceki performansta kullanılan az ışıkta da okunabilen şeffaf kağıda basılı program tam anlamıyla mükemmeldi, keşke hep karanlıkta ve şeffaf programla devam edilseydi.

Seyircilere de çok şey derdim ama demeyeceğim; keşke daha çok kişi olsaydı. Keşke daha yetkin olsalardı .. ama bence insanları ancak, zamanında Kandinsky'nin Sanatta Tinsellik Üzerine'de yazdığı gibi sanatı bir börek olarak, hızlıca yenip yutulacak ve sonra çıkartılacak bir şey olarak görmekten çıkabilselerdi eleştirebilirdik. Bu halleriyle bile, var olmaları şu an için yeterince iyi.

Son olarak, doğaçlama olduğu için her defasında farklı olan bu performanslardan hangisini daha çok sevdim?

1) 2014 Yeldeğirmeni Sanat Merkezi
2) 2015 Karga Bar
3) 2016 Dunia Bar

Bu konuda objektif bir cevap veremeyeceğim sanırım ama bir cevap vermem gerekirse en iyisi ilkiydi; yukarıda birazından bahsettiğim sebeplerden dolayı. Dunia konseri ise tüm ışığın ve umudun yok olduğu en dipteki 9. ve son halkada tüm ışıkların sönmesi ve buz gibi karanlığı tüm duyularımızla yaşatmasıyla, 2016'ya çıtayı çok yükseğe koyarak başlamamı sağladı! ve "The ugliest man on earth is standing on top of the world." dedirtti.

Tuesday, January 5, 2016

Schubert Kış Uykusu’nda

Soğuk, karlı ve karanlık kış günlerinde herkesi az veya çok bir kasvet kaplar, daha çok düşünür, belki biraz da içine döner. İşte böyle bir atmosferde, tam da karla kaplı bir yılbaşında, tatil için Kapadokya'ya gitmeden önce bir arkadaşımın tavsiyesiyle izlemeye başladığım Kış Uykusu filmi beni oldukça etkiledi. 


Kış, geçtiğimiz yüzyıllar içinde en çok, Romantizmle anılan 19. yy.ı çağrıştırır: gece, ay, doğa, birey, aşk, ölüm, mistisizm ve geçmişe özlem. Ünlü Alman Romantik besteci Franz Schubert'i (1797-1828) bir kelimeyle tarif etmek gerekirse benzetilecek şeylerin başında kesinlikle kış gelir. Nuri Bilge Ceylan da böyle düşünmüş olacak ki karlar altındaki Kapadokya'da geçen Kış Uykusu filminde müzik olarak Schubert'i kullanmış.

2014 yılında Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü kazanan Kış Uykusu'nda hostel işletmecisi Aydın Bey rolünde Haluk Bilginer, eşi Nihal rolünde Melisa Sözen ve kardeşi Necla rolünde ise Demet Akbağ oynamaktadır. 3 saat 16 dakika süren filmde Aydın Bey ömrünün ve evliliğinin kışını yaşayan, çevresinin kendisinden beklediği gibi ünlü bir tiyatrocu olamamış, kimsenin (ablasının bile) okumadığı bir yerel gazetede köşe yazıları yazmaktan başka uğraşı kalmamış yalnız bir "aydın"dır. Yörede birçok gayrimenkulü vardır ancak o bunlarla uğraşmak yerine daktilosunun başında, yazılarıyla ve düşünceleriyle uğraşır. Kendisi, eşi, ablası, arkadaşı Suavi, hepsi kış uykusundadır. İstanbul'dan Kapadokya'ya gelmiş; kırın ataletine bürünmüş, onunla aynı uykuya gömülmüşlerdir. Yalnızlardır.

Karda Avcılar, Yaşlı Bruegel, 1565
Sinemada müzik, birçok değişik şekilde kullanılabilir. Kış Uykusu'nda ise yine Romantik bir besteci olan Wagner'vari bir şekilde, Leitmotiv olarak kullanılır. İlk kez Richard Wagner'in (1813-1883) operalarında kullanarak sanat dünyasına kazandırdığı leitmotiv, bir eser boyunca belirli bir kişi, durum ya da fikirle birlikte belirli bir temanın sürekli tekrarlanmasını ifade etmektedir. Filmde baş kahraman/protagonist Aydın Bey'in yalnızken, kendi içine döndüğü anlarda usulca çalmaya başlayan Schubert'in La Majör Piyano Sonatı'nın 2. bölümü (Andantino) de Aydın Bey'in leitmotiv'i olarak karşımıza çıkar.

Kendi eserlerinde sık sık işlediği bir tema olmasının yanı sıra ölüm, Schubert'i çok erken yakalamış ve müzik ve sanat tarihindeki en trajik sonlardan birine neden olmuştur. Filmde duyduğumuz 20 numaralı La Majör Piyano Sonatı, 31 yaşındaki erken gidişinden önceki son aylarda bestelediği ve olgunluk çağının en önemli başyapıtlarından sayılan üç piyano sonatından biridir. En çok döneminin ünlü şiirlerini besteleyerek yaptığı şarkılarıyla (Lied) tanınan Schubert'in bu sonatlarında da şiirsel, şarkı gibi, hikaye anlatan ve dinleyenle konuşan bir yön ön plana çıkar. Müziğin ilk notalarından itibaren ölüme çok yakın olduğunu hisseden, geçmişin mutlu anlarını hatırlayarak avunan ve bir gün yine onlara kavuşup kavuşamayacağını bilmeden çabalayan birinin içinden geçen özlemler dingin bir heyecanla duyulur.

Schubert'in müziği, Aydın Bey'in ve diğer karakterlerin üzerlerine ölü toprağı atılmış gibi, hiç bitmemecesine kış uykusuna yatmış hallerini çok iyi tamamlar. Öyle ki, insana yalnızca bir gün bahar yeniden gelecek mi, güneşin doğuşunu bir kez daha görebilecek miyiz diye düşünmekten başka seçenek kalmaz.



Schubert Dinleme Önerileri:
Winterreise D.911 (Şarkı Kitabı)
Der Tod und Das Madchen D.531 (Yaylı Dörtlüsü)
Bitmemiş Senfoni D.759 (Senfoni)
Erlkönig D.328 (Şarkı)