Murger Tomb

Murger Tomb
Henri Murger, Cimetiére de Montmartre, Eylül 2015
Showing posts with label şiir/poetry. Show all posts
Showing posts with label şiir/poetry. Show all posts

Thursday, December 22, 2022

Lüksemburg

Açmışım gözümü karanlık
Sarılmış eski yalnızlık
Hatırlamak zorsa niçin
Kalbini ısıtmak için

Esrarlı bir sisten geçip
Ağlayan rüzgardan içip
Beklediğin o gün gelmez
Belki rüyalar hiç bitmez

Kaygılı ürkek bir korku
Tek isteğin uzun bir uyku
Kimse söylemedi bunu
Hayallerin yok olduğunu

İçinden geçtiğim bir şehir
Huzursuz karanfil bilir
Uzayan boynundan kalan
Ellerini ıskalayan
 
Lüksemburg'tayım neredeyim
Bir şarkı sende
İstanbul'dayım sendeyim
Sadece aklımda

Karlar girerken burnumdan
Aldığım her nefesle
Anlar giderken solmadan
Hayat öylesine 



Tuesday, July 21, 2020

Edward, Edward

Neden damlıyor kılıcından kan
Edward, Edward?
Neden kan damlıyor kılıcından?
Ve neden dökülen bin parça yüzünden?
'Oh, öldürdüm en iyi atmacamı,
Anne, Anne:
Oh, en iyi atmacamı öldürdüm,
Ki oydu tek atmacam, oh'

'Bunca koyu değildi atmacanın kanı,
Edward, Edward,
Atmacanın kanı bunca koyu değildi,
Sana diyorum sevgili oğlum, oh
'Oh, kula atımı öldürdüm,
Anne, anne:
Öldürdüm kula atımı,
Ki o özgür ve güzeldi, oh'

'Atın yaşlanmıştı ve bizde dahası var,
Edward, Edward:
Bizde daha çok at var ve seninki yaşlanmıştı,
Başka bir uğursuzluk bu sendeki, oh'
'Oh, sevgili babamı öldürdüm,
Anne, anne:
Oh, öldürdüm sevgili babamı,
Eyvahlar olsun, oh'

'Ne kefaret ödeyeceksin peki,
Edward, Edward
Bunun kefareti ne?
Söyle bana sevgili oğlum, oh'
'Atlayacağım bir tekneye,
Anne, Anne:
Bir tekneye atlayacağım,
Açılacağım denizlere, oh'

'Yatların, katların n'olacak,
Edward, Edward:
Ne olacak bu evler saraylar
Bir zamanlar cezbeden seni, oh'
'Hepsini terk edeceğim yıkılmaya,
Anne, Anne:
Hepsini yıkılmaya terk edeceğim,
Gayrı ayak basmam buralara, oh'

 'Ya karın, çocukların, ne bıracaksın onlara,
Edward, Edward:
Ne bıracaksın karına, çocuğuna
Denizlere açıldığında, oh'
'Cihan büyük, bırakacağım dilensinler,
Anne, Anne:
Cihan büyük, dilenmeye terk edeceğim
Gayrı görmem onları bir daha, oh'

'Ya annene, ne bırakacaksın öz annene?
Edward, Edward:
Bir tanecik öz annene ne bırakacaksın?
Söyle bana sevgili oğlum, oh'
'Sana cehennem laneti bırakacağım çekmen için,
Anne, Anne:
Cehennem laneti çektireceğim sana,
Bana verdiğin nasihatler gibi, oh'



MODERN TRANSLATION (original below)

'Why does your sword so drip with blood,
Edward, Edward?
Why does your sword so drip with blood?
And why so sad are ye, O?'
'O, I have killed my hawk so good,
Mother, mother:
O I have killed my hawk so good:
And I had no more but he, O.'

'Your hawk's blood was never so red,
Edward, Edward:
Your hawk’s blood was never so red,
My dear son I tell thee, O.'
'O, I have killed my red-roan steed,
Mother, mother:
O, I have killed my red-roan steed,
That once was so fair and free, O.'

'Your steed was old, and we have got more,
Edward, Edward:
Your steed was old, and we have got more,
Some other evil ye fear, O.'
'O, I have killed my father dear,
Mother, mother:
O, I have killed my father dear,
Alas! and woe is me, O!'

'And what penance will ye suffer for that,
Edward, Edward?
And what penance will ye suffer for that?
My dear son, now tell me, O.'
'I'll set my feet in yonder boat,
Mother, mother:
I’ll set my feet in yonder boat,
And I’ll fare over the sea, O.'

'And what will ye do with your towers and your halls,
Edward, Edward?
And what will ye do with your towers and your halls,
That were sae fair to see, O?'
'I’ll let them stand till they down fall,
Mother, mother:
I’ll let them stand till they down fall,
For here never more may I be, O.'

'And what will ye leave to your children and your wife,
Edward, Edward?
And what will ye leave to your children and your wife
When ye go over the sea, O?'
'The world is large, let them beg through life,
Mother, mother:
The world is large, let them beg throw life,
For them never more will I see, O.'

'And what will ye leave to your own mother dear,
Edward, Edward?
And what will ye leave to your own mother dear?
My dear son, now tell me, O.'
'The curse of hell from me shall you bear,
Mother, mother:
The curse of hell from me shall you bear,
Such counsels you gave to me, O.'

OLD SCOTS VERSION

'Quhy dois zour brand sae drop wi' bluid,
Edward, Edward?
Quhy dois zour brand sae drop wi' bluid?
And quhy sae sad gang zee, O?'
'O, I hae killed my hauke sae guid,
Mither, mither:
O I hae killed my hauke sae guid:
And I had nae mair bot hee, O.'

'Zour haukis bluid was nevir sae reid,
Edward, Edward:
Zour haukis bluid was never sae reid,
My deir son I tell thee, O.'
'O, I hae killed my reid-roan steid,
Mither, mither:
O, I hae killed my reid-roan steid,
That erst was sae fair and free, O.'

'Zour steid was auld, and ze hae gat mair,
Edward, Edward:
Zour steid was auld, and ze hae gat mair,
Sum other dule ze drie, O.'
'O, I hae killed my fadir deir,
Mither, mither:
O, I hae killed my fadir deir,
Alas! and wae is mee, O!'

'And quhatten penance wul ze drie for that,
Edward, Edward?
And quhatten penance will ze drie for that?
My deir son, now tell me, O.'
'Ile set my feit in zonder boat,
Mither, mither:
Ile set my feit in zonder boat,
And Ile fare ovir the sea, O.'

'And quhat wul ze doe wi' zour towirs and zour ha',
Edward, Edward?
And quhat wull ze doe wi' zour towirs and zour ha',
That were sae fair to see, O?'
'Ile let thame stand til they doun fa',
Mither, mither:
Ile let thame stand til they doun fa',
For here nevir mair maun I bee, O.'

'And quhat wul ze leive to zour bairns and zour wife,
Edward, Edward?
And quhat wul ze leive to zour bairns and zour wife
Quhan ze gang ovir the sea, O?'
'The warldis room, late them beg throw life,
Mither, mither:
The warldis room, let them beg throw life,
For thame nevir mair wul I see, O.'

'And quhat wul ze leive to zour ain mither deir,
Edward, Edward?
And quhat wul ze leive to zour ain mither deir?
My deir son, now tell me, O.'
'The curse of hell frae me sall ze beir,
Mither, mither:
The curse of hell frae me sall ze beir,
Sic counseils ze gave to me, O.'

Friday, March 13, 2020

kaybolan

Belli belirsiz bir anı
Fuar'da kaybolmam
  bulunduğumu hatırlamıyorum
Yaş dört diye biliyorum

Belli belirsiz
bebekliğim
biraz daha belli okul çağları
ucuz şarapla perdelenmiş

Belli belirsiz bir anı
Dün öpüşmüştük
Yoksa yalnız ellerimiz mi değmişti
yaş otuz olmuştu

Belli belirsiz yarın
 İstanbul'da kaybolmuştum
 Düştüğüm yerden kaldırmışlar
 kalktığımı hatırlamıyorum ...

kibrit

Kendini yakmaya yeten kibrit
Muma yetmeyen
Bir de düşüş
(düşüydü düşüş)

Tüm ateşi sönebilirdi
    hatta söndü
İçsel mucizesiydi ki
yeniden alevlendi

Soğuk fayansta yatmış
yanmaya devam etti

Son arzusu
     (ki basit bir kibrit ne arzulayabilirdi)
Bir başka kibriti yakmaktı
     hiç olmazsa
onun yakacağı sigaranın nefesiyle
bir adamın
     kanına girmekti
Son arzusu ...

Wednesday, August 29, 2018

de Baudelaire

Sevgilim,
Bunları sana hem uzaktan
Hem de yanı başından yazıyorum.
Yalnız bir harf var şehirlerimizin arasında
Dudaklarımızın arasındaysa haftalar..

Sevgilim,
Baudelaire ne demiş Paris Sıkıntısı'nda:
"Anlaşmak böylesine güç işte,
düşünceler böylesine birleşmez şeylerdir,
(...) sevişenler arasında bile!"

Dedim ki
Tam tersine
Düşüncelerimiz birleştiğinden
baktığımız her şeyde
sevişiyoruz böylesine..

Asla Gitmiş Olmayacaksın

Nicedir bir yol var aklımda
Uzanan tek yöne
Hem dışarıdaki
Hem içimdeki ülkelere

Yollar büyülü, heyecanlı,
Tekinsiz ve esrarlı
İlk adımı atacak
cesaretim var mı?

Sanıyorum ki ev dediğin
Dört duvar ve eşyalar
değil, kalbindeki odacıklar
ve içine sığdırdıkların.

Öyleyse kolay;
Gittiğin ülkelerde evsiz kalmayacaksın.
Öyleyse imkansız;
Asla onu bırakamayacaksın.

Friday, June 1, 2018

Köln havaalanindan kendime not

Icimden akan durdurulmaz, siddetli,
bir o kadar yorucu ve korkutucu
Yetisme telasi, o dinmeyen aci
Ve beklemeyen hayat
Dizginlenemeyen sanci
Sanki yasamin ona bagli
Ki havaalanlarinda gunes batmistir dogmasini bekletir
Nasil dersin bir seye hem bunca bagimli
Hem lanetli bir mutlulukla bagli
Olunur

Onunden gidersin bazen,
Sana gelmesini beklemek,
Belirsizlik, korkutur
En hizli kostugun anlar
durup beklediklerin
En korktugunu sandiklarin
Yenmek icin yuzlesmendir

Bazen de cozmek icin attigin adimlar
Ve tum cabalar
Arttırmıştır düğümleri
Ayagina dolanan ve düşürenler seni
Kendi elinle basina sardiklarindir

Icimden akan, durdurulmaz, siddetli zaman
En yakinin sandiklarin dusmandir
Bir an gelir anlarsin
Onlar degil, sen kendine düşmansın
Sende eksik olani hersey sanirsin
Kanatırsın yaralarını
merhem surdugunu zannederken

Sanirsin ki ayni hatayi bir daha yapmayacagim
Bilmediginse
Ayni nehirde iki kere yikanilmaz,
Onceden bildiklerini sandiklarin
Belki bugunku dusmanlarin.
Dizginleyemedigin duygularinsa
dostlarindir

Iste durdurulamayan ve aranan cevap
Hangisine inanacagindir.
Cunku bilinen odur ki
her tercih bir vazgecistir

ve insan, ayaginin surcecegi tasi
Kendi cebinde tasir
Cebinde taslarla
Yuzmeye calistiginda
Batacagin gercektir,
Ne kadar hizli, ne kadar iyi yuzerse yuzsun
Balik gibi kayiverir
Ellerinin arasindan kaygilarin
Ama gider en basit, parlak, lezzetli yeme, oltaya tutulur

Belki açlıktansa, oltadaki yemi yiyerek ölmeyi sectin
O an en dogru karari verdin
Yine de vazgectiklerin pesini birakmaz
ve dolarsa son cirpinislarin pişmanlıkla
Bil ki bir balik degilsin
Ve bundan kurtulabilirsin

Bundan sonra kendini yarali,
Kaybetmis,
tum gecmisine ihanet etmis
Ve daha neler
Diye suclama.
Hayata, kaygilarina ve yorucu da olsa arzularina boyun egmek,
Kosulsuz ve sartsiz sevilmeyi, duyulmayi, görülmeyi ve anlasilmayi istemek,
Pismanlik doğurmamalı.
Ayni hatayı kac kere daha yapacağını düşünmemeli
Çünkü
Hayatin boyunca bunu daha cok yasayacaksin
Hayal kırıklığına uğrayacaksın.

(Iyi ki hala hayallerin var)

Icimden akan dizginsiz, eyvallahsiz arzular
Küçük bir cocuk gibi
Bitmek tukenmek bilmez bir enerji
Maalesef
Arzular cocuk ama beden yaslaniyor
Bunun icin kendini suclama
O cocuk hep orada
Bastirmaya calisma
Onu ac birakma
(yoksa oltaya yakalanir)
Onu fark et,
Onu duy,
Onu anla
Yoksa
O kendini sana duyuracak ama
Buna hazir olmayacaksin
Kendini sorgulayacaksın:
Nerede yanlis yaptin

Hatayı dışarıda arayacaksin
Düşmanlar yaratacaksin belki de en iyi dostlarindan
En yakinindakilerden bileceksin
Ama daha da yakına, kendine bak
Asıl faili goreceksin

Uykularin bolunecek,
Yapacaksın yine, artık yapmam dediklerini.
Bir gün, yarattigin dusmanlari infaz edecek
Diger gun intihar edeceksin
Tanıyamayacaksın kendini
Tum tutarli olma cabalarin bosa gidecek
Korkacaksin rol yaptigini herkes bilecek diye
Korkacaksin gitmesinden elinde kalanların da
Korkacaksin hislerinden,
Isteklerinden, kaygilarindan
Korkacaksin insanlardan, sokaklardan, barlardan veya evlerden
Korkacaksin korkmaktan

Yalnız kalmaktan korktukça artacak yalnızlığın

Rüyalarında
Önce uçacak, düşeceksin sonra
Hep gece yükselecek,
Gunduz en dipten baslayacaksin
Rüyalarında
Direksiyona hakim olamayacaksin
Yakalanacaksin
Polisler bile senin tarafinda degil
Apartman dolusu insanlar
Hep seni suçlayacak
Kaçamayacaksın
Ayakların ufacik odalara dolanacak
rüyalarında
Adım atamayacaksın
Seccade çıkan klavye kılıflarını karıştırdığın anlaşılacak
Kendi kendini işten atacaksın
Ruyalarinda bile evin yok
Ait oldugun bir yer ve bir adam yok
Kara orumceklerle dost olup
Arkadaslarini aglatacaksin
Sonra unutacaksın
Görünmez olacaksın rüyalarında,
Hem görünmemek hem görünmek isteyeceksin aynı anda
İtalya'da çıplak kalacak,
Yüzdüğün kara sularda dalgıçlarca dikizleneceksin..

Cevaplar arayacaksin,
Sorular mi yanlis diyip yenilerini arayacaksin,
Kimi görsen soracaksın
(çünkü kendi cevabın tatmin etmiyor, yetmiyor)
Her gune yeni bir cevap, her biri birbirinden dogru
Yine de duzeltmiyor icinde bulundugun durumu
Icten ice bildiginse,
Ne kadar zayif hissettirse de
Degistiremeyecegin
Ve tam da savasmayi birakman gereken
Icindeki cocuktur
Icindeki sen;
Tum gecmisini, silahlarini kusanip da gelsen
Nefessiz birakip yok da saysan
O arzularin ve korkularin
Yine sen oldugunu bilmen
Ve yapman gereken
Kendini beslemen ve sevmen

Diyeceksin ki
Icimden akan durdurulmaz, siddetli,
bir o kadar yorucu ve korkutucu
Yetisme telasi, o dinmeyen aci
Ve beklemeyen hayat
Dizginlenemeyen sanci
Gunesi beklerken
Yabanci bir ulkede
Gelip beni bulur
Cunku hic terk etmemistir
O hep icindedir, besleyicidir

Sevilmek, duyulmak ve görülmek istedigin icin
Suclu degilsin
En derin karanligi gordun,
artik gunes dogabilir

Monday, November 16, 2015

sth zıp zıp

Friend is sth strange to have
You never know if he stays or escape
Sth zıp zıp, sth come & go, sth you never know
You just crossed the border and didn't flee
They just suck us up & doesn't sorry
I meant only those who are zıp zıp flea


Wednesday, October 14, 2015

small blue eyed photographer

small blue eyed photographer
didn't like to be photographed

because didn't like to see himself
from another small eye
which shows the weakness
that is only visible to his
lovely small blue eyes

to escape the prison of the vision
he put himself behind the camera
and started to travel
all the earth around

now his eyes are even smaller
but his heart's become wider
hope there will be enough place
to carry in it this almond eyed writer

Monday, September 7, 2015

Nazım Hikmet Poems trans. to English and Turkish Songs

Nâzım Hikmet Ran (15 January 1902-3 June 1963)  was a Turkish poet, playwright, novelist, screenwriter, director and memoirist. He was communist and he was repeatedly arrested for his political beliefs and spent much of his adult life in prison or in exile. His poetry has been translated into more than fifty languages.
After his death, Pablo Neruda, Howard Fast, Joseph Starobin, Tristan Tzara, Philippe Soupault and Louis Aragon wrote sincerely for him. You may find the parts from their tributes to Nazım on the link below.



JAPANESE FISHERMAN


A young Japanese fisherman was killed
by a cloud at sea.
I heard this song from his friends,
one lurid yellow evening on the Pacific.

Those who eat the fish we caught, die.
Those who touch our hands, die,
This ship is a black coffin,
you'll die if you come up the gangplank.

Those who eat the fish we caught, die,
not straight away, but slowly,
slowly their flesh rots, falls off.
Those who eat the fish we caught, die.

Those who touch our hands, die.
Our loyal, hardworking hands
washed by salt and sun.
Those who touch our hands, die,
not straight away, but slowly,
slowly their flesh rots, falls off.
Those who touch our hands, die.

Almond Eyes, forget me.
This ship is a black coffin,
you'll die if you come up the gangplank.
The cloud has passed over us.

Almond Eyes, forget me.
Don't hug me my darling,
you'll catch death from me.
Almond Eyes, forget me.

This ship is a black coffin.
Almond Eyes, forget me.
The child you have from me
will be rotten from a rotten egg.
This ship is a black coffin.
This sea is a dead sea.
Human beings, where are you?
Where are you? 
CEVİZ AĞACI
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. 




THINKING OF YOU
Thinking of you is pretty, hopeful, 
It is like listening to the most beautiful song 
From the most beautiful voice on earth... 
But hope is not enough for me any more, 
I don't want to listen to songs any more, 
I want to sing. 


30 Eylül 1945
Seni düşünmek güzel şey
                                  ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey.
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil
                              şarkı söylemek istiyorum...

SINCE I'VE BEEN IN JAIL

Since I've been in jail 
the world has turned around the sun ten times 
And if you ask the earth, it will say: 
'It's not worth mentioning, 
a microscopic time.' 
And if you ask me, I will say: 
'It's ten years of my life.' 
I had a pencil 
the year I came to jail. 
It wore out in a week from writing. 
And if you ask the pencil, it will say: 
'A whole life.' 
And if you ask me, I will say: 
'It's nothing, a mere week.' 
Osman who was jailed for murder 
completed a seven-year stretch and left 
since I've been in jail. 
He wandered around outside for a while, 
and then got jailed again for smuggling. 
He served a six-month term and left again, 
and yesterday a letter came saying he's married 
and a child will be born in the spring. 
Now they're ten years old 
the children who fell from their mothers' womb 
that year I came to jail, 
And the colts of that year who had long thin shaky legs 
have long since become docile broad-rumped mares. 
But the olive shoots are still shoots 
and they're still children. 
New squares have opened up in my distant city 
since I've been in jail. 
And our family 
is living in a house I've never seen 
on a street I don't know. 
The bread was pure white, like cotton, 
the year I came to jail. 
Later it was rationed out, 
And we here on the inside beat one another 
for a piece of black crust the size of a fist. 
Now it's free again, 
But brown and tasteless.
The year I came to jail 
The Second One had just begun. 
The ovens in Dachau Camp were not yet lit, 
The atom bomb was not yet hurled upon Hiroshima. 
Time flowed like the blood of a child with his throat cut. 
Later that chapter was officially closed, 
Now American dollars are talking about a Third. 
But in spite of everything, the days have brightened 
since I've been in jail, 
And about half of them 
'put their heavy hands on the pavement 
and on the edge of darkness 
straightened up.' 
Since I've been in jail 
the world has turned around the sun ten times. 
And again I repeat with the same passion 
what I wrote for them 
the year I came to jail: 
'They 
whose number is as great 
as ants on the earth 
fish in the water 
birds in the sky 
are fearful and brave 
ignorant and learned 
and they are children, 
And they 
who destroy and create 
it is only their adventure in these songs.' 
And for the rest, 
for example, my lying here for ten years, 
it's nothing...
BEN İÇERİ DÜŞTÜĞÜMDEN BERİ
ben içeri düstügümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.
ona sorarsanız : "lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman."
bana sorarsanız : "on senesi ömrümün."
bir kur$un kalemim vardı ben içeri düştügüm sene.
bir haftada yaza yaza tükeniverdi.
ona sorarsanız: "bütün bir hayat."
bana sorarsanız : "adam sen de, bir iki hafta."

katillikten yatan osman,
ben içeri düştügümden beri,
yedi buçuğu doldurup çıktı,
dolaştı dışarlarda bir vakit,
sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri,
altı ayı doldurup çıktı tekrar,
dün mektup geldi, evlenmiş,
bir çocuğu doğacakmı$ baharda.

şimdi on yaşına bastı,
ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar.
ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,
rahat , geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.

fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.

yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde ben içeri düştüğümden beri.
ve bizim hane halkı bilmediğim bir sokakta görmediğim bir evde oturuyor.

pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek
ben içeri düştüğüm sene.
sonra vesikaya bindi,
bizim burda,içerde, birbirini vurdu millet 
yumruk kadar, simsiyah bir tayın için.
şimdi serbestledi yine,
fakat esmer ve tatsız.

ben içeri düştüğüm sene ikincisi başlamamıştı henüz.
daşav kampında fırınlar yakılmamış,
atom bombası atılmamı$tı hiro$ima'ya.
bogazlanan bir cocugun kanı gibi aktı zaman.
sonra kapandı resmen o fasıl,
şimdi üçüncüden bahsediyor amerikan doları.

fakat gün ı$ıdı her $eye rağmen ben içeri düştüğümden beri.
ve "karanlığın kenarından onlar ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular" yarı yarıya...

ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.
ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine,
ben içeri düştügüm sene onlar için yazdığımı : 
"onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada ku$ kadar çokturlar,
korkak,cesur, cahil, hâkim ve çocukturlar,

ve kahreden yaratan ki onlardır, şarkılarımda yalnız onların maceraları vardır."

ve gayrısı, mesela benim on sene yatmam, lâfü güzaf.
Note: The famous piano virtuoso and composer Fazıl Say composed an oratorio for Nazım Hikmet which is called Nazım Oratoryo in 2011. There are also other poems that he composed in this Oratorio. Here, Since I've Been In Jail and On Living are the songs from this oratorio.
ON LIVING
I

Living is no laughing matter:
you must live with great seriousness
like a squirrel, for example--
I mean without looking for something beyond and above living,
I mean living must be your whole occupation.
Living is no laughing matter:
you must take it seriously,
so much so and to such a degree
that, for example, your hands tied behind your back,
your back to the wall,
or else in a laboratory
in your white coat and safety glasses,
you can die for people--
even for people whose faces you've never seen,
even though you know living
is the most real, the most beautiful thing.
I mean, you must take living so seriously
that even at seventy, for example, you'll plant olive trees--
and not for your children, either,
but because although you fear death you don't believe it,
because living, I mean, weighs heavier.


II

Let's say you're seriously ill, need surgery--
which is to say we might not get
from the white table.
Even though it's impossible not to feel sad
about going a little too soon,
we'll still laugh at the jokes being told,
we'll look out the window to see it's raining,
or still wait anxiously
for the latest newscast ...
Let's say we're at the front--
for something worth fighting for, say.
There, in the first offensive, on that very day,
we might fall on our face, dead.
We'll know this with a curious anger,
but we'll still worry ourselves to death
about the outcome of the war, which could last years.
Let's say we're in prison
and close to fifty,
and we have eighteen more years, say, 
before the iron doors will open.
We'll still live with the outside,
with its people and animals, struggle and wind--
I mean with the outside beyond the walls.
I mean, however and wherever we are,
we must live as if we will never die.


III

This earth will grow cold,
a star among stars
and one of the smallest,
a gilded mote on blue velvet--
I mean this, our great earth.
This earth will grow cold one day,
not like a block of ice
or a dead cloud even
but like an empty walnut it will roll along
in pitch-black space ...
You must grieve for this right now
--you have to feel this sorrow now--
for the world must be loved this much
if you're going to say "I lived" ...



Trans. by Randy Blasing and Mutlu Konuk (1993) 

YAŞAMAYA DAİR 
  
1 
Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947 
2 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
              bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
                                en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 
                               diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 
                                                                      1948 
3 
Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
                       hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
                       yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 
Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için... 

LAST WILL AND TESTAMENT
.....
Comrades, if I die before that day, I mean
-- and it's looking more and more likely -- 
bury me in a village cemetery in Anatolia,
and if there's one handy,
a plane tree could stand at my head,
I wouldn't need a stone or anything.

Moscow, Barviha Hospital


Trans. by Randy Blasing and Mutlu Konuk (1993) 

VASİYET

...

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
- öyle gibi de görünüyor -
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...

                                                                    1953, 27 Nisan
                                                                    Barviha Sanatoryumu

His grave is not still in Anatolia...


All the translations are taken from this site : http://www.poemhunter.com/nazim-hikmet/poems/
Tüm şiirler http://www.siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/ adresinden alınmıştır.

Friday, August 7, 2015

vicious circle

ağzının bittiği yerde
memelerin başlıyor
en mahrem uzantıların
uzayan gecede
milim milim doluyor içime
içime doğuyor, sen başkasın
-başkalar da aynı mı?-

araladığın
göz kapaklarından
ay ışığı
donuyor

karanlığımızı o bile boğamaz,
bozamaz hiçbir yanılgı keyfimizi
geyikli gecede bir parlayıp
iki sönüyoruz ..








(sonlu şarkılarda saklıydı
zamansız ölümümüz)

turgut'a, cemal'e ...

rakı gibi mertçe beyaz
ikindi sonrası kızıllığında sofraların
çocukluğunu sevdir bana,
yalnız kendim için bu yanlış.

...

güneş çıkıverirdi ani,
puslu bulut sokağı
sabahlar titrek ve cani
yalnız kendim için bu yanlış.




Saturday, June 27, 2015

ilk günah

ilk günah sonbahardı
düştü yüzü güneşin
yaz bitti
günler kısaldı..

iç anadoluda bir şehirdi ilk günah
başkente yakışır,
tarihte de bu
eminim
böyle olmuştur

ilk harfiyle başlayan alfabenin
yıllar sürmüş gibiydi yaz
ondan sonra
güneş yüzü görmedik

ikinci günah
bitmeyen kıştı,
ilkbahar
çiçekler bir türlü açmadı.

marmara denizinin güneyi
ikinci günah
zeytin ağaçlarıyla kutsanmış
böyle bir manzara görülmemişti.

fırtına aldı güneşi
seller boğduysa da
yıkanmadı acısı
(utancımızla çarpıldı dağın yüzü)

ölüm de acıtır sevgi de
sevgim acıyor






Wednesday, June 24, 2015

resim ve müzik

resim ve müzik
gibi
buluşamayan iki dalıyız
senle
sanat denen bu ağacın
hayat denen bu ağacın

peki buluşmaz mıydı
senle içtiğimiz rakı
ve şarabın
ortak atadan gelen
üzümü

bozcaadanın bağbozumu
can yücelin mezarı
kaldırılmasaydı
inen balyoz darbeleriyle
zeytin ağaçlarının

çizgi melodi,
figür tonalite,
tonalite kompozisyon,
sözlü müziği hiç saymıyorum..
hele programlıyı.

maviydi gözlerin
hala öyle
yalnız, ben görmüyorum
benim görmediğim var mıdır?
bu ramazanda sorumuz bu
cevaplayamadığınız, satranç tahtasında

göğüslerin daha mı bir büyük,
resimde,
müziği,
duyamaz mısın
göremesen de

ben nargilenin dumanı
sanmıştım yalnızca
beni aldattığın
pipo tütününde de
aldanışlar mevcutmuş

başka şehirler
ne zamandan beri
evinden daha yakın,
daha somut?
dokunduğun tenler
hem resimde
hem de müzikte

çizgi melodidir,
renk çokseslilik,
kompozisyon form,
figür tonalite,
konu söz..
durmayacak bu tren
bundan böyle

övündüğün sen,
övündüysen,
artık sen değil,
öykündüğün bir mezarlıktır
aşiyanda gördüklerin,
artık daha canlıdır

biz ise sevgilim,
içeriz ne bulursak
havuzda, sahilde, merdivenlerde,
hangi merdiven sorma:
dudaklarımız nerede değdiyse.

caspar david=schubert,
haziranda yağan dolu,
üstelik henüz içmemişken,
sen bir tatil kasabasında,
bense oruç açıyorum gözyaşlarımla

gördüğüm gözler bakmıyor bana
öte keder var mı dünyada?
kırdığım kalpler,
görmeyen gözler olarak
döndü bana.

benim melodim
ne kadar çaldıysa,
o kadar çizmedi
o eller
resmini
müziğimin.

ve belki de
en acı nokta,
resim ve müzik
en uzlaşmasız
iki kalp arasında..



Thursday, June 18, 2015

ilk yenilgi



ne sanmıştın geceyi                                              
sarsak ama kararlı adımlarında
sonsuzluğu bulduğun
anda yenildiğin

ne sanmıştın günü
yalnız geceye kavuşturan
zorunluluktan
sığamadığın bir şimdi

ileri sokağında buluşsaydık
pirayeyi rakı sofrasında okşardık
müzeyyen..
film mi kitap mı plak mıydı
ne sanmıştın
yıkık yüzünde bul beni
geyikli adımlarında gece yarısının
o eski evin
                                                                             
ne sanmıştın sevmeyi
sana aşk dedilerdi
yarısında sen, yarısında ben ayı
görmeyince on yıl
görmeyince onca yıl
unutulur muydu
kedilere okşattığın ümitlerin

(o polis otosuna binmeyecektin)

ne sanmıştın "sokağımız"ı
geri gelir mi masumiyet
günizinde döndürdüğün dünyayı
geri gelmez mi tüm hatalar
gidemediğin o şehrinde
bir duvar diktiler karşına
öldürdüler yoldaşını
sonra çocukluğunu hatırlatır

ne sanmıştın çocukluğunu
belinde silah dağa çıkmak mı
yıldızlar çizmek mi güneşli göğe
silmek mi son hecesini hiç söylenmemiş şiirin

ben o şiir söylendi sanmıştım
...
şimdi yenilginin günlüğü genişliyor dar
çarpıklığında semtin
şopenin bir noktürnü çınlıyor
karamel mi kokuyor ne
Sen,
ne sanıyorsun?

türkçe'den türkçe'ye çeviri

al beni Kronos,
adam et, doğurt.
yellerinle kovala,
akrebe sokturt
kuyruk sokumundan
yayılsın zehri zamanın
gecenin sonuna kadar

kopsun arşenin teli
insanlığımın kıyameti


yıldızsız göğün ayı

ben yıldızsız göğüm, sen o gökteki ay,
chopin'in nocturne'lerini aydınlatan
monet'nin kovduğu,
gün doğumuyla saklanan.
ikisini de istiyorum,
hem yıldızım ol hem güneşi cebine koy

chopin, e minor nocturne

fazıl say, metin altıok ağıtı-yıkıcılar geldiler

kedi neden kaçtı

bitmek bilmez mi sonu
uzayan başlangıcın
sağır bir su birikintisi kayıtsızlığında
(hayata karşı)
(ismine)
bulutların sesine

ne narsis'in bakışı,
ne doğan güneş üzerine
bir milim bile kıpırdatabildi
hiç bitmez mi bahara özlemi kışın

son harfinle başlatıyorum resmimi
(la minöre kayıtsızsa yapraklar, ya dodiyez minöre (hatta soldiyez)?)

her attığın adım
geride kalır bir sonrakiyle..

(dikkat et! sokak kedisi dengesizdir,
tırmalar oyun diye.
kedi neden kaçtı?)

fazıl say, göğe bakma durağı