Neden damlıyor kılıcından kan
Edward, Edward?
Neden kan damlıyor kılıcından?
Ve neden dökülen bin parça yüzünden?
'Oh, öldürdüm en iyi atmacamı,
Anne, Anne:
Oh, en iyi atmacamı öldürdüm,
Ki oydu tek atmacam, oh'
'Bunca koyu değildi atmacanın kanı,
Edward, Edward,
Atmacanın kanı bunca koyu değildi,
Sana diyorum sevgili oğlum, oh
'Oh, kula atımı öldürdüm,
Anne, anne:
Öldürdüm kula atımı,
Ki o özgür ve güzeldi, oh'
'Atın yaşlanmıştı ve bizde dahası var,
Edward, Edward:
Bizde daha çok at var ve seninki yaşlanmıştı,
Başka bir uğursuzluk bu sendeki, oh'
'Oh, sevgili babamı öldürdüm,
Anne, anne:
Oh, öldürdüm sevgili babamı,
Eyvahlar olsun, oh'
'Ne kefaret ödeyeceksin peki,
Edward, Edward
Bunun kefareti ne?
Söyle bana sevgili oğlum, oh'
'Atlayacağım bir tekneye,
Anne, Anne:
Bir tekneye atlayacağım,
Açılacağım denizlere, oh'
'Yatların, katların n'olacak,
Edward, Edward:
Ne olacak bu evler saraylar
Bir zamanlar cezbeden seni, oh'
'Hepsini terk edeceğim yıkılmaya,
Anne, Anne:
Hepsini yıkılmaya terk edeceğim,
Gayrı ayak basmam buralara, oh'
'Ya karın, çocukların, ne bıracaksın onlara,
Edward, Edward:
Ne bıracaksın karına, çocuğuna
Denizlere açıldığında, oh'
'Cihan büyük, bırakacağım dilensinler,
Anne, Anne:
Cihan büyük, dilenmeye terk edeceğim
Gayrı görmem onları bir daha, oh'
'Ya annene, ne bırakacaksın öz annene?
Edward, Edward:
Bir tanecik öz annene ne bırakacaksın?
Söyle bana sevgili oğlum, oh'
'Sana cehennem laneti bırakacağım çekmen için,
Anne, Anne:
Cehennem laneti çektireceğim sana,
Bana verdiğin nasihatler gibi, oh'
MODERN TRANSLATION (original below)
'Why does your sword so drip with blood,
Edward, Edward?
Why does your sword so drip with blood?
And why so sad are ye, O?'
'O, I have killed my hawk so good,
Mother, mother:
O I have killed my hawk so good:
And I had no more but he, O.'
'Your hawk's blood was never so red,
Edward, Edward:
Your hawk’s blood was never so red,
My dear son I tell thee, O.'
'O, I have killed my red-roan steed,
Mother, mother:
O, I have killed my red-roan steed,
That once was so fair and free, O.'
'Your steed was old, and we have got more,
Edward, Edward:
Your steed was old, and we have got more,
Some other evil ye fear, O.'
'O, I have killed my father dear,
Mother, mother:
O, I have killed my father dear,
Alas! and woe is me, O!'
'And what penance will ye suffer for that,
Edward, Edward?
And what penance will ye suffer for that?
My dear son, now tell me, O.'
'I'll set my feet in yonder boat,
Mother, mother:
I’ll set my feet in yonder boat,
And I’ll fare over the sea, O.'
'And what will ye do with your towers and your halls,
Edward, Edward?
And what will ye do with your towers and your halls,
That were sae fair to see, O?'
'I’ll let them stand till they down fall,
Mother, mother:
I’ll let them stand till they down fall,
For here never more may I be, O.'
'And what will ye leave to your children and your wife,
Edward, Edward?
And what will ye leave to your children and your wife
When ye go over the sea, O?'
'The world is large, let them beg through life,
Mother, mother:
The world is large, let them beg throw life,
For them never more will I see, O.'
'And what will ye leave to your own mother dear,
Edward, Edward?
And what will ye leave to your own mother dear?
My dear son, now tell me, O.'
'The curse of hell from me shall you bear,
Mother, mother:
The curse of hell from me shall you bear,
Such counsels you gave to me, O.'
OLD SCOTS VERSION
'Quhy dois zour brand sae drop wi' bluid,
Edward, Edward?
Quhy dois zour brand sae drop wi' bluid?
And quhy sae sad gang zee, O?'
'O, I hae killed my hauke sae guid,
Mither, mither:
O I hae killed my hauke sae guid:
And I had nae mair bot hee, O.'
'Zour haukis bluid was nevir sae reid,
Edward, Edward:
Zour haukis bluid was never sae reid,
My deir son I tell thee, O.'
'O, I hae killed my reid-roan steid,
Mither, mither:
O, I hae killed my reid-roan steid,
That erst was sae fair and free, O.'
'Zour steid was auld, and ze hae gat mair,
Edward, Edward:
Zour steid was auld, and ze hae gat mair,
Sum other dule ze drie, O.'
'O, I hae killed my fadir deir,
Mither, mither:
O, I hae killed my fadir deir,
Alas! and wae is mee, O!'
'And quhatten penance wul ze drie for that,
Edward, Edward?
And quhatten penance will ze drie for that?
My deir son, now tell me, O.'
'Ile set my feit in zonder boat,
Mither, mither:
Ile set my feit in zonder boat,
And Ile fare ovir the sea, O.'
'And quhat wul ze doe wi' zour towirs and zour ha',
Edward, Edward?
And quhat wull ze doe wi' zour towirs and zour ha',
That were sae fair to see, O?'
'Ile let thame stand til they doun fa',
Mither, mither:
Ile let thame stand til they doun fa',
For here nevir mair maun I bee, O.'
'And quhat wul ze leive to zour bairns and zour wife,
Edward, Edward?
And quhat wul ze leive to zour bairns and zour wife
Quhan ze gang ovir the sea, O?'
'The warldis room, late them beg throw life,
Mither, mither:
The warldis room, let them beg throw life,
For thame nevir mair wul I see, O.'
'And quhat wul ze leive to zour ain mither deir,
Edward, Edward?
And quhat wul ze leive to zour ain mither deir?
My deir son, now tell me, O.'
'The curse of hell frae me sall ze beir,
Mither, mither:
The curse of hell frae me sall ze beir,
Sic counseils ze gave to me, O.'
Kendini yakmaya yeten kibrit
Muma yetmeyen
Bir de düşüş
(düşüydü düşüş)
Tüm ateşi sönebilirdi
hatta söndü
İçsel mucizesiydi ki
yeniden alevlendi
Soğuk fayansta yatmış
yanmaya devam etti
Son arzusu
(ki basit bir kibrit ne arzulayabilirdi)
Bir başka kibriti yakmaktı
hiç olmazsa
onun yakacağı sigaranın nefesiyle
bir adamın
kanına girmekti
Son arzusu ...
Sevgilim,
Bunları sana hem uzaktan
Hem de yanı başından yazıyorum.
Yalnız bir harf var şehirlerimizin arasında
Dudaklarımızın arasındaysa haftalar..
Sevgilim,
Baudelaire ne demiş Paris Sıkıntısı'nda:
"Anlaşmak böylesine güç işte,
düşünceler böylesine birleşmez şeylerdir,
(...) sevişenler arasında bile!"
Dedim ki
Tam tersine
Düşüncelerimiz birleştiğinden
baktığımız her şeyde
sevişiyoruz böylesine..
Icimden akan durdurulmaz, siddetli,
bir o kadar yorucu ve korkutucu
Yetisme telasi, o dinmeyen aci
Ve beklemeyen hayat
Dizginlenemeyen sanci
Sanki yasamin ona bagli
Ki havaalanlarinda gunes batmistir dogmasini bekletir
Nasil dersin bir seye hem bunca bagimli
Hem lanetli bir mutlulukla bagli
Olunur
Onunden gidersin bazen,
Sana gelmesini beklemek,
Belirsizlik, korkutur
En hizli kostugun anlar
durup beklediklerin
En korktugunu sandiklarin
Yenmek icin yuzlesmendir
Bazen de cozmek icin attigin adimlar
Ve tum cabalar
Arttırmıştır düğümleri
Ayagina dolanan ve düşürenler seni
Kendi elinle basina sardiklarindir
Icimden akan, durdurulmaz, siddetli zaman
En yakinin sandiklarin dusmandir
Bir an gelir anlarsin
Onlar degil, sen kendine düşmansın
Sende eksik olani hersey sanirsin
Kanatırsın yaralarını
merhem surdugunu zannederken
Sanirsin ki ayni hatayi bir daha yapmayacagim
Bilmediginse
Ayni nehirde iki kere yikanilmaz,
Onceden bildiklerini sandiklarin
Belki bugunku dusmanlarin.
Dizginleyemedigin duygularinsa
dostlarindir
Iste durdurulamayan ve aranan cevap
Hangisine inanacagindir.
Cunku bilinen odur ki her tercih bir vazgecistir
ve insan, ayaginin surcecegi tasi Kendi cebinde tasir Cebinde taslarla Yuzmeye calistiginda Batacagin gercektir,
Ne kadar hizli, ne kadar iyi yuzerse yuzsun
Balik gibi kayiverir
Ellerinin arasindan kaygilarin
Ama gider en basit, parlak, lezzetli yeme, oltaya tutulur
Belki açlıktansa, oltadaki yemi yiyerek ölmeyi sectin
O an en dogru karari verdin
Yine de vazgectiklerin pesini birakmaz
ve dolarsa son cirpinislarin pişmanlıkla
Bil ki bir balik degilsin
Ve bundan kurtulabilirsin
Bundan sonra kendini yarali,
Kaybetmis,
tum gecmisine ihanet etmis
Ve daha neler
Diye suclama.
Hayata, kaygilarina ve yorucu da olsa arzularina boyun egmek,
Kosulsuz ve sartsiz sevilmeyi, duyulmayi, görülmeyi ve anlasilmayi istemek,
Pismanlik doğurmamalı.
Ayni hatayı kac kere daha yapacağını düşünmemeli
Çünkü
Hayatin boyunca bunu daha cok yasayacaksin
Hayal kırıklığına uğrayacaksın.
(Iyi ki hala hayallerin var)
Icimden akan dizginsiz, eyvallahsiz arzular
Küçük bir cocuk gibi
Bitmek tukenmek bilmez bir enerji
Maalesef
Arzular cocuk ama beden yaslaniyor
Bunun icin kendini suclama
O cocuk hep orada
Bastirmaya calisma
Onu ac birakma
(yoksa oltaya yakalanir)
Onu fark et,
Onu duy,
Onu anla
Yoksa
O kendini sana duyuracak ama
Buna hazir olmayacaksin
Kendini sorgulayacaksın:
Nerede yanlis yaptin
Hatayı dışarıda arayacaksin
Düşmanlar yaratacaksin belki de en iyi dostlarindan
En yakinindakilerden bileceksin
Ama daha da yakına, kendine bak
Asıl faili goreceksin
Uykularin bolunecek,
Yapacaksın yine, artık yapmam dediklerini.
Bir gün, yarattigin dusmanlari infaz edecek
Diger gun intihar edeceksin
Tanıyamayacaksın kendini
Tum tutarli olma cabalarin bosa gidecek
Korkacaksin rol yaptigini herkes bilecek diye
Korkacaksin gitmesinden elinde kalanların da
Korkacaksin hislerinden,
Isteklerinden, kaygilarindan
Korkacaksin insanlardan, sokaklardan, barlardan veya evlerden
Korkacaksin korkmaktan
Yalnız kalmaktan korktukça artacak yalnızlığın
Rüyalarında
Önce uçacak, düşeceksin sonra
Hep gece yükselecek,
Gunduz en dipten baslayacaksin
Rüyalarında
Direksiyona hakim olamayacaksin
Yakalanacaksin
Polisler bile senin tarafinda degil
Apartman dolusu insanlar
Hep seni suçlayacak
Kaçamayacaksın
Ayakların ufacik odalara dolanacak
rüyalarında
Adım atamayacaksın
Seccade çıkan klavye kılıflarını karıştırdığın anlaşılacak
Kendi kendini işten atacaksın
Ruyalarinda bile evin yok
Ait oldugun bir yer ve bir adam yok
Kara orumceklerle dost olup
Arkadaslarini aglatacaksin
Sonra unutacaksın
Görünmez olacaksın rüyalarında,
Hem görünmemek hem görünmek isteyeceksin aynı anda
İtalya'da çıplak kalacak,
Yüzdüğün kara sularda dalgıçlarca dikizleneceksin..
Cevaplar arayacaksin,
Sorular mi yanlis diyip yenilerini arayacaksin,
Kimi görsen soracaksın
(çünkü kendi cevabın tatmin etmiyor, yetmiyor)
Her gune yeni bir cevap, her biri birbirinden dogru
Yine de duzeltmiyor icinde bulundugun durumu
Icten ice bildiginse,
Ne kadar zayif hissettirse de
Degistiremeyecegin
Ve tam da savasmayi birakman gereken
Icindeki cocuktur
Icindeki sen;
Tum gecmisini, silahlarini kusanip da gelsen
Nefessiz birakip yok da saysan
O arzularin ve korkularin
Yine sen oldugunu bilmen
Ve yapman gereken
Kendini beslemen ve sevmen
Diyeceksin ki
Icimden akan durdurulmaz, siddetli,
bir o kadar yorucu ve korkutucu
Yetisme telasi, o dinmeyen aci
Ve beklemeyen hayat
Dizginlenemeyen sanci
Gunesi beklerken
Yabanci bir ulkede
Gelip beni bulur
Cunku hic terk etmemistir
O hep icindedir, besleyicidir
Sevilmek, duyulmak ve görülmek istedigin icin
Suclu degilsin
En derin karanligi gordun,
artik gunes dogabilir
Friend is sth strange to have
You never know if he stays or escape
Sth zıp zıp, sth come & go, sth you never know
You just crossed the border and didn't flee
They just suck us up & doesn't sorry
I meant only those who are zıp zıp flea
Nâzım Hikmet Ran (15 January 1902-3 June 1963) was a Turkish poet, playwright, novelist, screenwriter, director and memoirist. He was communist and he was repeatedly arrested for his political beliefs and spent much of his adult life in prison or in exile. His poetry has been translated into more than fifty languages.
After his death, Pablo Neruda, Howard Fast, Joseph Starobin, Tristan Tzara, Philippe Soupault and Louis Aragon wrote sincerely for him. You may find the parts from their tributes to Nazım on the link below.
A young Japanese fisherman was killed by a cloud at sea. I heard this song from his friends, one lurid yellow evening on the Pacific.
Those who eat the fish we caught, die. Those who touch our hands, die, This ship is a black coffin, you'll die if you come up the gangplank.
Those who eat the fish we caught, die, not straight away, but slowly, slowly their flesh rots, falls off. Those who eat the fish we caught, die.
Those who touch our hands, die. Our loyal, hardworking hands washed by salt and sun. Those who touch our hands, die, not straight away, but slowly, slowly their flesh rots, falls off. Those who touch our hands, die.
Almond Eyes, forget me. This ship is a black coffin, you'll die if you come up the gangplank. The cloud has passed over us.
Almond Eyes, forget me. Don't hug me my darling, you'll catch death from me. Almond Eyes, forget me.
This ship is a black coffin. Almond Eyes, forget me. The child you have from me will be rotten from a rotten egg. This ship is a black coffin. This sea is a dead sea. Human beings, where are you? Where are you?
JAPON BALIKÇISI
Denizde bir bulutun öldürdüğü Japon balıkçısı genç bir adamdı. Dostlarından dinledim bu türküyü Pasifik'te sapsarı bir akşamdı.
Balık tuttuk yiyen ölür. Elimize değen ölür. Bu gemi bir kara tabut, lumbarından giren ölür.
Balık tuttuk yiyen ölür, birden değil, ağır ağır, etleri çürür, dağılır. Balık tuttuk yiyen ölür.
Elimize değen ölür. Tuzla, güneşle yıkanan bu vefalı, bu çalışkan elimize değen ölür. Birden değil, ağır ağır, etleri çürür, dağılır. Elimize değen ölür...
Badem gözlüm, beni unut. Bu gemi bir kara tabut, lumbarından giren ölür. Üstümüzden geçti bulut.
Bu gemi bir kara tabut. Badem gözlüm beni unut. Çürük yumurtadan çürük, benden yapacağın çocuk. Bu gemi bir kara tabut. Bu deniz bir ölü deniz. İnsanlar ey, nerdesiniz? Nerdesiniz?
(1956)
THE WALNUT TREE my head foaming clouds, sea inside me and out I am a walnut tree in Gulhane Park an old walnut, knot by knot, shred by shred Neither you are aware of this, nor the police
I am a walnut tree in Gulhane Park My leaves are nimble, nimble like fish in water My leaves are sheer, sheer like a silk handkerchief pick, wipe, my rose, the tear from your eyes My leaves are my hands, I have one hundred thousand I touch you with one hundred thousand hands, I touch Istanbul My leaves are my eyes, I look in amazement I watch you with one hundred thousand eyes, I watch Istanbul Like one hundred thousand hearts, beat, beat my leaves
I am a walnut tree in Gulhane Park neither you are aware of this, nor the police
CEVİZ AĞACI Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz, ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda, budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz. Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl. Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril, koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil. Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var. Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a. Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım. Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u. Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
THINKING OF YOU Thinking of you is pretty, hopeful, It is like listening to the most beautiful song From the most beautiful voice on earth... But hope is not enough for me any more, I don't want to listen to songs any more, I want to sing. 30 Eylül 1945 Seni düşünmek güzel şey ümitli şey dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey. Fakat artık ümit yetmiyor bana, ben artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum...
SINCE I'VE BEEN IN JAIL
Since I've been in jail the world has turned around the sun ten times And if you ask the earth, it will say: 'It's not worth mentioning, a microscopic time.' And if you ask me, I will say: 'It's ten years of my life.' I had a pencil the year I came to jail. It wore out in a week from writing. And if you ask the pencil, it will say: 'A whole life.' And if you ask me, I will say: 'It's nothing, a mere week.' Osman who was jailed for murder completed a seven-year stretch and left since I've been in jail. He wandered around outside for a while, and then got jailed again for smuggling. He served a six-month term and left again, and yesterday a letter came saying he's married and a child will be born in the spring. Now they're ten years old the children who fell from their mothers' womb that year I came to jail, And the colts of that year who had long thin shaky legs have long since become docile broad-rumped mares. But the olive shoots are still shoots and they're still children. New squares have opened up in my distant city since I've been in jail. And our family is living in a house I've never seen on a street I don't know. The bread was pure white, like cotton, the year I came to jail. Later it was rationed out, And we here on the inside beat one another for a piece of black crust the size of a fist. Now it's free again, But brown and tasteless. The year I came to jail The Second One had just begun. The ovens in Dachau Camp were not yet lit, The atom bomb was not yet hurled upon Hiroshima. Time flowed like the blood of a child with his throat cut. Later that chapter was officially closed, Now American dollars are talking about a Third. But in spite of everything, the days have brightened since I've been in jail, And about half of them 'put their heavy hands on the pavement and on the edge of darkness straightened up.' Since I've been in jail the world has turned around the sun ten times. And again I repeat with the same passion what I wrote for them the year I came to jail: 'They whose number is as great as ants on the earth fish in the water birds in the sky are fearful and brave ignorant and learned and they are children, And they who destroy and create it is only their adventure in these songs.' And for the rest, for example, my lying here for ten years, it's nothing...
BEN İÇERİ DÜŞTÜĞÜMDEN BERİ
ben içeri düstügümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.
ona sorarsanız : "lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman." bana sorarsanız : "on senesi ömrümün." bir kur$un kalemim vardı ben içeri düştügüm sene. bir haftada yaza yaza tükeniverdi. ona sorarsanız: "bütün bir hayat." bana sorarsanız : "adam sen de, bir iki hafta."
katillikten yatan osman, ben içeri düştügümden beri, yedi buçuğu doldurup çıktı, dolaştı dışarlarda bir vakit, sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri, altı ayı doldurup çıktı tekrar, dün mektup geldi, evlenmiş, bir çocuğu doğacakmı$ baharda.
şimdi on yaşına bastı, ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar. ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları, rahat , geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.
fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.
yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde ben içeri düştüğümden beri. ve bizim hane halkı bilmediğim bir sokakta görmediğim bir evde oturuyor.
pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek ben içeri düştüğüm sene. sonra vesikaya bindi, bizim burda,içerde, birbirini vurdu millet yumruk kadar, simsiyah bir tayın için. şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsız.
ben içeri düştüğüm sene ikincisi başlamamıştı henüz. daşav kampında fırınlar yakılmamış, atom bombası atılmamı$tı hiro$ima'ya. bogazlanan bir cocugun kanı gibi aktı zaman. sonra kapandı resmen o fasıl, şimdi üçüncüden bahsediyor amerikan doları.
fakat gün ı$ıdı her $eye rağmen ben içeri düştüğümden beri. ve "karanlığın kenarından onlar ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular" yarı yarıya...
ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya. ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine, ben içeri düştügüm sene onlar için yazdığımı : "onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada ku$ kadar çokturlar, korkak,cesur, cahil, hâkim ve çocukturlar,
ve kahreden yaratan ki onlardır, şarkılarımda yalnız onların maceraları vardır."
ve gayrısı, mesela benim on sene yatmam, lâfü güzaf.
Note: The famous piano virtuoso and composer Fazıl Say composed an oratorio for Nazım Hikmet which is called Nazım Oratoryo in 2011. There are also other poems that he composed in this Oratorio. Here, Since I've Been In Jail and On Living are the songs from this oratorio.
ON LIVING
I
Living is no laughing matter: you must live with great seriousness like a squirrel, for example-- I mean without looking for something beyond and above living, I mean living must be your whole occupation. Living is no laughing matter: you must take it seriously, so much so and to such a degree that, for example, your hands tied behind your back, your back to the wall, or else in a laboratory in your white coat and safety glasses, you can die for people-- even for people whose faces you've never seen, even though you know living is the most real, the most beautiful thing. I mean, you must take living so seriously that even at seventy, for example, you'll plant olive trees-- and not for your children, either, but because although you fear death you don't believe it, because living, I mean, weighs heavier.
II
Let's say you're seriously ill, need surgery-- which is to say we might not get from the white table. Even though it's impossible not to feel sad about going a little too soon, we'll still laugh at the jokes being told, we'll look out the window to see it's raining, or still wait anxiously for the latest newscast ... Let's say we're at the front-- for something worth fighting for, say. There, in the first offensive, on that very day, we might fall on our face, dead. We'll know this with a curious anger, but we'll still worry ourselves to death about the outcome of the war, which could last years. Let's say we're in prison and close to fifty, and we have eighteen more years, say, before the iron doors will open. We'll still live with the outside, with its people and animals, struggle and wind-- I mean with the outside beyond the walls. I mean, however and wherever we are, we must live as if we will never die.
III
This earth will grow cold, a star among stars and one of the smallest, a gilded mote on blue velvet-- I mean this, our great earth. This earth will grow cold one day, not like a block of ice or a dead cloud even but like an empty walnut it will roll along in pitch-black space ... You must grieve for this right now --you have to feel this sorrow now-- for the world must be loved this much if you're going to say "I lived" ...
Trans. by Randy Blasing and Mutlu Konuk (1993)
YAŞAMAYA DAİR
1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
1947
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...
LAST WILL AND TESTAMENT
.....
Comrades, if I die before that day, I mean
-- and it's looking more and more likely -- bury me in a village cemetery in Anatolia, and if there's one handy, a plane tree could stand at my head, I wouldn't need a stone or anything.
Moscow, Barviha Hospital
Trans. by Randy Blasing and Mutlu Konuk (1993)
VASİYET ... Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, - öyle gibi de görünüyor - Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa taş maş da istemez hani...
1953, 27 Nisan Barviha Sanatoryumu
His grave is not still in Anatolia...
21h-22h Poems, Written To Piraye 24 September 1945
The most beautiful sea :
is the one not yet gone.
The most beautiful child :
not grown up yet.
The most beautiful days :
Those we have not seen
And the most beautiful word that I'd like to say to you :
the one that I've not said yet 24 Eylül 1945 En güzel deniz : henüz gidilmemiş olanıdır. En güzel çocuk : henüz büyümedi. En güzel günlerimiz : henüz yaşamadıklarımız. Ve sana söylemek istediğim en güzel söz : henüz söylememiş olduğum sözdür...
PİRAYE İÇİN YAZILMIŞ : SAAT 21-22 ŞİİRLERİ'nden 24 Eylül 1945 çevirisi de benden gelsin..
ağzının bittiği yerde
memelerin başlıyor
en mahrem uzantıların
uzayan gecede
milim milim doluyor içime
içime doğuyor, sen başkasın
-başkalar da aynı mı?-
araladığın
göz kapaklarından
ay ışığı
donuyor
karanlığımızı o bile boğamaz,
bozamaz hiçbir yanılgı keyfimizi
geyikli gecede bir parlayıp
iki sönüyoruz ..
ne sanmıştın geceyi
sarsak ama kararlı adımlarında
sonsuzluğu bulduğun
anda yenildiğin
ne sanmıştın günü
yalnız geceye kavuşturan
zorunluluktan
sığamadığın bir şimdi
ileri sokağında buluşsaydık
pirayeyi rakı sofrasında okşardık
müzeyyen..
film mi kitap mı plak mıydı
ne sanmıştın
yıkık yüzünde bul beni
geyikli adımlarında gece yarısının
o eski evin
ne sanmıştın sevmeyi
sana aşk dedilerdi
yarısında sen, yarısında ben ayı
görmeyince on yıl
görmeyince onca yıl
unutulur muydu
kedilere okşattığın ümitlerin
(o polis otosuna binmeyecektin)
ne sanmıştın "sokağımız"ı
geri gelir mi masumiyet
günizinde döndürdüğün dünyayı
geri gelmez mi tüm hatalar
gidemediğin o şehrinde
bir duvar diktiler karşına
öldürdüler yoldaşını
sonra çocukluğunu hatırlatır
ne sanmıştın çocukluğunu
belinde silah dağa çıkmak mı
yıldızlar çizmek mi güneşli göğe
silmek mi son hecesini hiç söylenmemiş şiirin
ben o şiir söylendi sanmıştım
...
şimdi yenilginin günlüğü genişliyor dar
çarpıklığında semtin
şopenin bir noktürnü çınlıyor
karamel mi kokuyor ne
Sen,
ne sanıyorsun?
ben yıldızsız göğüm, sen o gökteki ay,
chopin'in nocturne'lerini aydınlatan
monet'nin kovduğu,
gün doğumuyla saklanan.
ikisini de istiyorum,
hem yıldızım ol hem güneşi cebine koy