Murger Tomb

Murger Tomb
Henri Murger, Cimetiére de Montmartre, Eylül 2015

Tuesday, July 21, 2020

Edward, Edward

Neden damlıyor kılıcından kan
Edward, Edward?
Neden kan damlıyor kılıcından?
Ve neden dökülen bin parça yüzünden?
'Oh, öldürdüm en iyi atmacamı,
Anne, Anne:
Oh, en iyi atmacamı öldürdüm,
Ki oydu tek atmacam, oh'

'Bunca koyu değildi atmacanın kanı,
Edward, Edward,
Atmacanın kanı bunca koyu değildi,
Sana diyorum sevgili oğlum, oh
'Oh, kula atımı öldürdüm,
Anne, anne:
Öldürdüm kula atımı,
Ki o özgür ve güzeldi, oh'

'Atın yaşlanmıştı ve bizde dahası var,
Edward, Edward:
Bizde daha çok at var ve seninki yaşlanmıştı,
Başka bir uğursuzluk bu sendeki, oh'
'Oh, sevgili babamı öldürdüm,
Anne, anne:
Oh, öldürdüm sevgili babamı,
Eyvahlar olsun, oh'

'Ne kefaret ödeyeceksin peki,
Edward, Edward
Bunun kefareti ne?
Söyle bana sevgili oğlum, oh'
'Atlayacağım bir tekneye,
Anne, Anne:
Bir tekneye atlayacağım,
Açılacağım denizlere, oh'

'Yatların, katların n'olacak,
Edward, Edward:
Ne olacak bu evler saraylar
Bir zamanlar cezbeden seni, oh'
'Hepsini terk edeceğim yıkılmaya,
Anne, Anne:
Hepsini yıkılmaya terk edeceğim,
Gayrı ayak basmam buralara, oh'

 'Ya karın, çocukların, ne bıracaksın onlara,
Edward, Edward:
Ne bıracaksın karına, çocuğuna
Denizlere açıldığında, oh'
'Cihan büyük, bırakacağım dilensinler,
Anne, Anne:
Cihan büyük, dilenmeye terk edeceğim
Gayrı görmem onları bir daha, oh'

'Ya annene, ne bırakacaksın öz annene?
Edward, Edward:
Bir tanecik öz annene ne bırakacaksın?
Söyle bana sevgili oğlum, oh'
'Sana cehennem laneti bırakacağım çekmen için,
Anne, Anne:
Cehennem laneti çektireceğim sana,
Bana verdiğin nasihatler gibi, oh'



MODERN TRANSLATION (original below)

'Why does your sword so drip with blood,
Edward, Edward?
Why does your sword so drip with blood?
And why so sad are ye, O?'
'O, I have killed my hawk so good,
Mother, mother:
O I have killed my hawk so good:
And I had no more but he, O.'

'Your hawk's blood was never so red,
Edward, Edward:
Your hawk’s blood was never so red,
My dear son I tell thee, O.'
'O, I have killed my red-roan steed,
Mother, mother:
O, I have killed my red-roan steed,
That once was so fair and free, O.'

'Your steed was old, and we have got more,
Edward, Edward:
Your steed was old, and we have got more,
Some other evil ye fear, O.'
'O, I have killed my father dear,
Mother, mother:
O, I have killed my father dear,
Alas! and woe is me, O!'

'And what penance will ye suffer for that,
Edward, Edward?
And what penance will ye suffer for that?
My dear son, now tell me, O.'
'I'll set my feet in yonder boat,
Mother, mother:
I’ll set my feet in yonder boat,
And I’ll fare over the sea, O.'

'And what will ye do with your towers and your halls,
Edward, Edward?
And what will ye do with your towers and your halls,
That were sae fair to see, O?'
'I’ll let them stand till they down fall,
Mother, mother:
I’ll let them stand till they down fall,
For here never more may I be, O.'

'And what will ye leave to your children and your wife,
Edward, Edward?
And what will ye leave to your children and your wife
When ye go over the sea, O?'
'The world is large, let them beg through life,
Mother, mother:
The world is large, let them beg throw life,
For them never more will I see, O.'

'And what will ye leave to your own mother dear,
Edward, Edward?
And what will ye leave to your own mother dear?
My dear son, now tell me, O.'
'The curse of hell from me shall you bear,
Mother, mother:
The curse of hell from me shall you bear,
Such counsels you gave to me, O.'

OLD SCOTS VERSION

'Quhy dois zour brand sae drop wi' bluid,
Edward, Edward?
Quhy dois zour brand sae drop wi' bluid?
And quhy sae sad gang zee, O?'
'O, I hae killed my hauke sae guid,
Mither, mither:
O I hae killed my hauke sae guid:
And I had nae mair bot hee, O.'

'Zour haukis bluid was nevir sae reid,
Edward, Edward:
Zour haukis bluid was never sae reid,
My deir son I tell thee, O.'
'O, I hae killed my reid-roan steid,
Mither, mither:
O, I hae killed my reid-roan steid,
That erst was sae fair and free, O.'

'Zour steid was auld, and ze hae gat mair,
Edward, Edward:
Zour steid was auld, and ze hae gat mair,
Sum other dule ze drie, O.'
'O, I hae killed my fadir deir,
Mither, mither:
O, I hae killed my fadir deir,
Alas! and wae is mee, O!'

'And quhatten penance wul ze drie for that,
Edward, Edward?
And quhatten penance will ze drie for that?
My deir son, now tell me, O.'
'Ile set my feit in zonder boat,
Mither, mither:
Ile set my feit in zonder boat,
And Ile fare ovir the sea, O.'

'And quhat wul ze doe wi' zour towirs and zour ha',
Edward, Edward?
And quhat wull ze doe wi' zour towirs and zour ha',
That were sae fair to see, O?'
'Ile let thame stand til they doun fa',
Mither, mither:
Ile let thame stand til they doun fa',
For here nevir mair maun I bee, O.'

'And quhat wul ze leive to zour bairns and zour wife,
Edward, Edward?
And quhat wul ze leive to zour bairns and zour wife
Quhan ze gang ovir the sea, O?'
'The warldis room, late them beg throw life,
Mither, mither:
The warldis room, let them beg throw life,
For thame nevir mair wul I see, O.'

'And quhat wul ze leive to zour ain mither deir,
Edward, Edward?
And quhat wul ze leive to zour ain mither deir?
My deir son, now tell me, O.'
'The curse of hell frae me sall ze beir,
Mither, mither:
The curse of hell frae me sall ze beir,
Sic counseils ze gave to me, O.'

Tuesday, May 19, 2020

St. Esprit Katedrali Orglarının Restorasyonu

"İşin ustaları anlatıyor...

İstanbul St. Esprit Katedrali’nin orgu yakın zamanda restore edildi. Restorasyonu gerçekleştiren ustaların ikisi de İtalya’nın Turin bölgesinden olup; 20 yıllık org yapımcısı Mr. Silvio Chiara ile Bolonya Konservatuvarı org bölümü mezunu Fr. Giuseppe Gandolfo. Gerçekleştirilen çalışmalarla ilgili Fr. Giuseppe'ye bazı sorular yönelttik. 

"Restorasyon"dan bahsedersek ... Hangi çalışmalar gerçekleştirildi?

Bu orglar en son restore edildiğinden bu yana 50 yıldan uzun süre geçmiş. O zamandan beri ciddi bir çalışma yapılmamış. Biz de öncelikle toz kir ve tahta yiyen solucanlara odaklandık. Ancak sevindirici şekilde, bu orgun genel yapısı sağlam kalmıştı. Destek tablasının ve boruların tahtası(1) bu tarz saldırılara yeterince dayanıklı olmasını sağlayan kayın, köknar ve ceviz ağaçlarından yapılmıştı. Metalik bölüm dayanıklılığı artıran ve iyi bir tını oluşmasını sağlayan tenekedendi (étain)(2).

Körükle (3m x 1m70) ilgili ciddi bir çalışma gerçekleştirdik. Önce tamamen temizledik. Hayvan kemiği bazlı özel bir yapıştırıcı kullanarak kuzu derileriyle sağlamlaştırmaya karar verdik. Teoride sentetik yapıştırıcılar daha güçlü olmasına karşın gerçekte sıcaklık değişimlerine (İstanbul'un durumunda nem ve sıcaklık) daha zor dayanmaktadır.

Tüm bunlar yoğun bir çalışma gerektirmiş olmalı?

Evet, önceden küçük geçici tamirler "amatörler" tarafından yapılmış. Örneğin, küçük bir boru yerinden alınmış. Onu kendimiz yapmamız gerekti.
İç körükleri(3)
 kontrol etmemiz gerekiyordu ama oraya erişmek oldukça zordu.
İşe başlarken 2 aylık bir çalışma öngörmüştük ama sürenin sonunda beklenmedik durumlarla karşılaşmamak için yoğun bir tempo benimsedik. Neticede haftada 6 gün, günde 12 saat çalışmayla 40 gün süren bir iş oldu.

Böyle iki kişilik bir çalışma için beraber neredeyse mükemmel bir mutabakatla çalışmanız gerekli, değil mi?

Haklısınız! Özellikle, org yapımcısı ve orgcunun öncelikleri her zaman aynı olmuyor. Silvio, teknisyen olarak, teknik özelliklere bakıyor: Boruların yerleştirilmesi ve armonizasyonu. Bense sesin, registerların ve aralarındaki etkileşimin kalitesini doğruluyorum(4). Örneğin, genelde, teknisyenin "Plein Jeu"(5) için "Trompet"in çok, "bourdon"(6)un biraz, "yaylılar"(7)ınsa çok az kullanıldığı bir tercihi varken orgcu tüm registerların kendi kimlikleri olmasını ister... Aslında bu çalışma için, öncelikle aramızda anlaşmamız gerekiyordu. Durum buydu ve bu nedenle bana sorarsanız ortaya güzel bir iş çıkardık.
Bu arada çalıştığımız süreç, 20 dereceye yakın sıcaklıkla orgun spesifik olarak La-435 Hz'e akortlanmasına imkan veren ideal bir dönemdi.

Hangi müzikler sizce bu org için daha uygundur?

Bu çok önemli bir soru. Yaklaşık 100 yaşındaki bu org dini törenler ve eşlik için yapılmış. Avusturya orgları da bu konuda özelleşmiştir. Örneğin bu orgun birbirinin aynı gibi görünen ancak birbirini incelikle tamamlayan birçok register'ı var... "güçlü violon" "yumuşak violon" gibi!(8) Bu orgda Bach, Franck ve Verdi çalınmaz! Elbette her zaman adapte edebiliriz ama gerçekte bu org konser müziğine dayanamaz: orgun kasası titriyor ve bu sebeple de borular hareket ediyor(9)Diğer yandan bu org, 19. yy'ın çok hızlı olmayan, bağlı çalınan Fransız ve İtalyan müzikleri için çok iyi... Dupre, Boelmann, Lemmens, Bossi, Ravenello, Perosi, Pagella... Belki aynı dönemin Avusturya müziği için de uygun olabilir ama o müziği çok iyi bilmiyorum. Gerçek şu ki Saint Esprit Katedrali olağanüstü bir orga sahip.

Biraz Tarih...

*Katedralin, 1854 tarihli Giacomo Bazzani yapımı bir orgu vardı. Ancak bu org ne Kilise'nin önemine ne de orada gerçekleştirilen görkemli törenlerin ciddiyetine uygun değildi. 

*25 Nisan 1886'da, mühendis Borgomastro'lu Giuseppe Bergomi'nin İstanbul'a uğramasından istifade eden rahip Jean Dacus, orgu yeni registerlarla (obua, bas, soprano ve trémolo) zenginleştirdi ve körüğü tamir ettirdi... Ancak sonuçlar çok da tatmin edici olmadı.

*Bu nedenle, 3 Mart 1888'te çağrılan aynı uzman, onu derin bir dönüşüme tabi tutmaya karar karar verdi. Hali hazırda mevcut olan 6 register korundu, klavye, pedal ve mekanik olarak işlev gören körükte bir takım değişikliklere gidildi.

*Açılış töreni 14 Eylül 1888'de, bir çok davetlinin katılımıyla gerçekleştirildi.

*Ölümünden iki yıl önce rahip Dacus, Kilisesinin yeni orgla donatıldığını görme sevincine sahip oldu. Onüçüncü Papa Léon'un taç giymesinin yirminci yıl dönümü vesilesiyle 3 Mart 1898'de Monsenyör Bonetti'nin yardımseverliği ve cömert desteği sayesinde yeni ve muhteşem enstrümanın açılışı yapıldı. Bu yeni org, Avusturya-Macar Jagerndor Silesie bölgesinden Gebrüder-Rieger yapımı 595(10) numaralı, şehrin en iyileri arasında yerini aldı. Önceki org, 100 napolyona Kadıköy Asompsiyon Kilisesine satıldı ve yeni org 13.050 Frank civarı tuttu.

*Bu olay "Levant Herald" ve "Stamboul" gazetelerine çıkarak basında da yer buldu.

*15 Temmuz 1925'te Katedralin rahibi Monsenyör Roch Collaro, orgun tamiri için bir komite kurulmasını onayladı.

*Kasım 1925'te tamir işi Paris'li Cavaillé-Col. A. Couvers(11) org yapım firmasına verildi. Bunun için firmadan mühendis Guy Gauffray ve uzman bir mekanik teknisyeni görevlendirilerek gönderildi. Orga elektrikli bir körük(12) eklendi. 30.000 Frank tutan masrafların yarısı Fransız Büyükelçiliği'nce karşılandı.

*31 Ocak 1926 tarihinde tüm büyükelçilerin davet edildiği Aziz Jean Chrysostome töreni vesilesiyle açılış gerçekleştirildi.

*1933 yılında org katı enine bir metre genişletildi.

Bu bilgiler Monsenyör Delgiorno tarafından sağlanmıştır."


İstanbul'da yayımlanan Presence dergisinin 1996 yılı Ağustos-Eylül sayısında yer alan bu yazı Fransızca aslından Ceren Tosun tarafından çevrilmiştir; teknik terminoloji ve dipnotlar Tarkan Şendal tarafından sağlanmıştır. 



Dipnotlar

(1) Burada destek tablası ile kastedilen, İngilizce terminolojide “windchest” olarak geçen Türkçemizde “göğüs” olarak isimlendirebileceğimiz yapı veya boruların dengede durmasını sağlayan, İngilizce’de “rackboard” olarak geçen yapılar olabilir. Boruların tahtası ile kastedilen ise ahşap borulardır.

(2) Metalik bölüm ve teneke ile kastedilen ise şu olmalı, metal borular ve bu boruların yapımında kullanılan kurşun-kalay alaşımı. 

(3) Burada iç körükle kastedilen yapı, erişimin de zor olduğunuda düşünürsek, Barker makinesindeki pnömatik motorlardır.

(4) Burada armonizasyonla anlatılmak istenenin boruların voicing yani seslendirilmelerinin yapılması olduğunu anlıyorum. Teknisyen voicing işini hallederken Fr. Gandolfo biten bölümleri birlikte deneyerek ortaya çıkan tınıyı değerlendiriyormuş.

(5) Plein Jeu, klasik Fransız orglarında gördüğümüz bir register kombinasyonu adıdır. Tüm koro anlamına gelir ve orgda aktif edildiğinde esas ton (Principals), flütler ve armonik registerleri (Fourniture ve Cymbale) hep beraber duyurur. Burada trompetin de dahil edilmesi, “Grand Jeu” yerine küçük bir yanlışlıkla “Plein Jeu” kullanıldığı ihtimalini akla getiriyor. 

(6) Bourdon/Bordun/Bordone registeri, geniş ölçekli ahşap ve metal borulardan elde edilen bir registerdir, tatlı ve yumuşak bir flüt sesi vardır.

(7) Orgun tonal kompozisyonunda bir çok enstrümanı imite etme fikri vardır. Yaylılar denilince aklımıza orgun içinde keman olduğu düşüncesi gelmesin. Dar ölçekli ahşap ya da metal borularda yaylı sesler elde edilir. Register isimleri de sesinin tınısına göre Violon, Cello vb. gibi isimler alır.

(8) Burada güçlü violon, yumuşak violon ile anlatılan, bu orgda birbirini bas-tiz dengesinde çok iyi tamamlayan ve icra için çok önemli olan yaylı seslere ziyadesiyle sahip olması.

(9) Orgun kasasının titremesi ve bu titremeye bağlı olarak hafifçe hareketlenen boru gövdesi tabir ediliyor.

(10) Şu an Avusturya sınırları içinde bulunan Rieger Orgelbau ve Çek Cumhuriyeti’nde Avusturya’ya gitmeyenler tarafından kurulmuş ve şu an mevcut olmayan Rieger-Kloss firmasından alınan bilgilere göre 596 numaralı bu org.

(11) Buradaki firma ismini şöyle düzeltebiliriz, A.Convers Cavaille-Coll. O tarihte firma büyük org yapımcısı Aristide Cavaille-Coll’den sonra başa geçen 2. kişi olan Auguste Convers idaresindeydi.

(12) Elektrikli körük ile kastedilen nokta, körüğe hava sağlayan bir motor kurulmasıdır. Körüğün eski mekanik aksamı hala durmaktadır.




x

Sunday, May 17, 2020

Eleştirinin Eleştirisi: Yedi Günahın Teşhir Salonları

Ressam Cemal Erez'in "Burjuvalar" serisinden 2018 yılının ilkbahar/yaz aylarında gerçekleştirilen "Yedi Günah" sergisi* için hazırlanan katalogdaki Serkan Şimşek’in kaleme aldığı Yedi Günahın Teşhir Salonları yazısıyla, sergiden iki yıl sonra yine bir bahar mevsiminde karşılaştım. Dünya çapında karantinaya alınışın insanlarda doğurduğu içsel yüzleşmeyle baharın gelişinin/mevsim değişiminin kasveti ve melankolisi örtüşünce, bu yazı ve öne çıkardığı kavramlar üzerine düşündürdüklerini yazmadan olmazdı.

  
Günah
Sergide Cimrilik, Kibir, Kıskançlık, Oburluk, Öfke, Tembellik, Şehvet günahlarının her biri için bir yağlıboya tablo yer alıyor. Günah, ilk bakışta insanın dışından, "şeytan"dan kaynaklanan bir kavram gibi geliyor ancak tam tersi, insanın bir parçası. Sahip olduğumuz için mutlu olmamız gereken, yok saymamamız, barışmamız gereken arzulara işaret ediyor. Günah kavramı, Kilise'nin, genel anlamda da “ideolojinin”, kişiyi kendinden, dünyevi olandan, maddesel olandan uzak tutup daha kolay hegemonya altına alabilmesi, daha kolay kontrol edebilmesi için üretilmiş sanki. Aslında tüm bunlar (kıskançlık, oburluk, şehvet, öfke, vs) insan olmaya içkin, yok sayılmaması, yüzleşilmesi gereken duygular.

Böyle bakınca Şimşek'in
Sergide yapıtın izleyicisiyle kurduğu ilişkiye verilen özel bir önem beliriyor. Sanatçının açık yüreklilikle davet ettiği bu salonlarda gönül rahatlığıyla dolaşamıyoruz.Eserlerin dışında kalmamız istenmiş. ... İçine düşmekten korkacağımız kadar abartılı olan bu sahneler, izleyicinin sahnedeki kendisini hayal etmesinin bir imkanına dönüşüyor. Sanatçı bu uygarlıktaki izlerimizi bize göstermenin yolunu bulma peşinde. Burjuva yaşanış biçimiyle “Günah”ların mesafeli seyrinden, izleyicinin kendisinde yaşanış biçimiyle “Günah”lara giden eleştirel bir köprü bu.” 
yorumu çok anlam kazanıyor. Kişinin kendinde “günah”ı sorgulamasına, bunlarla yüzleşmesine olanak veriyor resimler. Yazının başlarındaki
“Burası bir "insanat" bahçesi. İçindekilerin doğal yaşamlarında olduklarını sandıkları bir bahçe. ... Parçalayan, yok eden, çalan, kibirlenen, gözetleyen, işkence eden, öldüren varlıklar sahneye çıkarılıyor."
benzetmesi de bunu destekliyor; izleyici kafeslerin dışında, küçük-büyük burjuvaların doğal yaşamlarını izliyor. 

"Bir Bürokratın 24 saati" sergisi için kaleme aldığı "Bürokratikleşene Karşı"da 
"Figürlerin yeniden üretilmişliğinin yanında özellikle resimlerde kullanılan uzayın belirsizliği ve devingen yapısı bilinçdışı bir mekanla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. ... Cemal Erez'in araştırma nesnesiyle kurduğu özgün ilişkiyi ifade yolu olarak seçtiği bu rüya-mekan; bürokrasi kavramının billurlaşmış bir iktidar aygıtı olarak varlığından, en özel içsel mekanizma olarak bir insanın içindeki varlığına giden bu yolculuğu mümkün kılmaktadır." 
diyerek açıkladığı mekan kullanımı 7 Günah resimlerinde de benzer şekilde bulunuyor. Bu mekanların soyutluğu, “rüya-mekanlar” insanın bilinçaltına gönderme yapıyor. Yani bu sahnelerdekiler izleyicinin dışında değil, aslında belki de kendi içimizdeki odalar. Resmedilen yaratıklar bile kendi içimizde devinim halindeler sürekli.
Şimşek de “Yaşamsal akışı mülkiyetin ağırlığıyla donmuş olan mekanlar.” diyerek günah’ın kaynağına daha seküler bir açıklama getiriyor: mülkiyet. Din ne kadar günahtan kaçınmayı öğütlüyorduysa kapitalist ahlak da bir o kadar günaha çağırıyor bireyleri. Dinler, insandaki günahkarlığı dışlayarak toplumu hegemonyası altına alırken, kapitalizm/piyasa ekonomisi insanı günaha davet ederek, günahkar kılarak hegemonya kurmaya çalışıyor.
Hieronymus Bosch, Dünyevi Zevklerin Bahçesi

Cehennem
7 Günah ve onun teşhir salonları bana ilk başta Dante’nin cehennemini çağrıştırdı. Orada Dante’ye Vergil eşlik ediyordu. Burada, koridorda yürürken tek tek kapıları açıyoruz:
"Gizli koridorlardan geçip, reel bir anti-ütopyanın teşhir salonlarına varıyoruz, tedirginlik dolu bir gezi.".
Burada bize eşlik eden, yol gösteren, ressamın kendisi mi yoksa yazar mı?

İlahi Komedya'nın Türkçe çevirisinin önsözünde Dante'nin Cehennemi, dibine doğru inildikçe daralan, iç içe dokuz daireden oluşan bir çukur olarak tasvir ediliyor: 
"Dairelerin her birinde ayrı bir günah işlemiş olanlar cezalandırılır. Aşağıya doğru inildikçe ceza ağırlaşır. Cezayı veren Tanrı değildir. İnsanlar Araf'a, Cennet'e gidebilecekken yaşarken yaptıkları yanlış seçimler sonucunda Cehennem'e gitmişlerdir. Çarpıldıkları cezayı, yeryüzünde sürdükleri yaşamlar kendileri belirlemiştir. Cezanın ağırlığı, işlenen günahın ağırlığı ile orantılıdır."1 
Dante'nin Cehennem'inin aksine, 7 Günah'ta insanlar cezalandırılmıyorlar: 
“Burası bir Cehennem. Ancak işlenilen günahların sonucunda cezaların birer işkence halinde sunulacağı bir yer olarak değil. Olunan hale mahkum kalınan bir yer olarak cehennem. Burada, bu varlıklar için tarihin akacağı bir yer yok. Zamanı olmayan bir haldeler, Onlar artık hep öyleler. Sürekli yok oluş içerisindeler ama asla sonlanmayacaklar.” 
Şimşek'in bu yorumu, Cehennem’in aslında yaşadığımız hayat olduğu fikrini de çağrıştırıyor. Yakın zamanda Sartre’ın dediği “Cehennem başkalarıdır.” ve Hugo’nun dediği “Cehennem yalnızlıktır.” sözlerini düşünüyordum, hangisi doğru diye. Farklı bir açıdan da hem ikisi hem hiçbiri denebilir. Erez'in eserlerinde de Cehennem yaşadığımız hayatta aranıyor, dışsal bir yerde değil.
  
Müzik
Yazıda değinilmemiş ama tabloların çoğunda bir enstrüman var. Bosch'un Bahçelerinde de enstrümanlar var hatta cehennem panosundaki günahkarlardan birinin üzerine notalar bile yazılmış***. Resimlerdeki enstrümanlar rastgele mi kullanılmış, yoksa içlerinde yer aldıkları Günahlarla bir ilişkileri var mı?

İlk resim cimrilikte elektrogitar, üçüncü resim kıskançlıkta klarnet, beşinci resim öfkede kırık bir keman, altıncı tembellikte kontrbas ve kanun görüyoruz. İkinci resim kibirde ana figürün şarkı söyleyen edasından vokal olduğunu çıkarabiliriz. Şehvet'te trompet veya flüt çaldığını düşündüğüm bir figür var enstrümanın kendisi oldukça belirsiz. Oburlukta ise müziğe ilişkin bir imge gözüme çarpmadı. İlk göze çarpan ortak noktalarıysa, kişinin elinde bulunuyorsa bile kimsenin bunları çalıyor olmamaları.  

Sanatçı bunları bilinçli bir anlatım içinde mi kullanmıştır yoksa günlük hayattan nesneler olarak mı yer vermiştir emin olamamakla birlikte, kendi kişisel tarihinden bu günahlara yakıştırdığı sesler olduğu varsayımında bulunuyorum. Bende uyandırdığı yansıma ise, bu müzik aletlerinin karakterleriyle içlerinde yer aldıkları günahların bir uyum içinde olduğu. Elektrogitar, 20.yyın ikinci yarısında ortaya çıkmış, bir nevi endüstrileşmenin simgesi ve oldukça gürültülü bir alet. Cimrilikteki eli sıkılık ve sahip olduklarını kendine saklama, paylaşmama güdüsünü diğer tüm enstrümanları bastıracak güçteki elektrogitarla benzetebiliriz: "Tüm müzik benim". Kibirde, kişinin kendi düşüncelerine ve görüntüsüne hayran olmasını tamamlar şekilde kendi sesine hayranlığının bir göstergesi olabilir. Klarnet, hem batı hem doğu müziğinde de kullanılabilen, ancak daha ziyade üflemeli bir çalgı olmasıyla tanımlanabilecek bir enstrüman olarak, diğer insanlara duyulan kıskançlıkla tüm nefesiyle klarneti üfleme eyleminin benzerliği üzerinden okunabilir. Öfke tablosundaki kırık keman yoruma çok da gerek bırakmadan kendini ifade ediyor: yumuşak ve içten müziğin kabalıkla ve baskıyla susturulması. Tembellikte kanun ve kontrbas olarak hem doğu müziğine hem batı müziğine ait iki enstrümanın olması, belki de tablodaki uyku ve rüya görme olgusuna referans veriyor: Rüyaların gerçeküstü müziğini bu iki ilgisiz enstrümanın birlikteliği tasvir ediyor. Şehvette yine üflemeli bir enstrüman olarak, herkesin birbirine ağzıyla uzandığı bu tabloda, ağızla çalınması nedeniyle yer alıyor olabilir. Oburluk resminde hiçbir enstrüman olmaması, acaba vardı da onu da yediler mi diye düşündürüyor.

Kıskançlık, Cemal Erez, YKY Kültür Sanat


İçerisi/Dışarısı
Burası bir hapishane. ... Dışarıyı bir ihtimal olarak bulundurmayan bu yaratıkların başka bir dünyayı arzular halleri yok.” demiş Şimşek teşhir salonları için. İçerisi hapishaneyse, dışarıda başka bir dünya, başka bir hayat mümkün. 
 
Bu durağanlık, düzenin parçası olma ve alternatif aramama hali de bir nevi cehennem. Ursula Le Guin'in Mülksüzler kitabı da bu analojiyle başlar, Anarşist Anarres gezegeninde tüm gezegenle uzay roketi sahasını ayıran bir duvardan başka hiç sınır yoktur. Ama içerisi duvarın bu yanı mıdır, diğeri mi diye sorgulanır.

Benzer eleştiri "Bürokratikleşene Karşı" yazısında da yapılıyor. Var olan düzeni sorgulamadan onu olduğu gibi devam ettirme şeklinde yorumlanabilecek bürokratizmin muhafazakarlığı sandığımız gibi bizim dışımızda mı?
Yok oluşlarından başka varolma halleri olmayanların sonsuz kederlerinden dışarı çıkamayışları ile yüzleşiyoruz.
 derken kastedilen sonsuz kederle kendi içimizde tanımlanamayan varoluş hali benzeşmiyor mu?
Yazının devamında Şimşek bu soruna daha farklı bir açıdan da değiniyor:
"Eserlerin izleği, sanatçının kesin olarak bildiği ve içinde tanıdığı toplumsal tarihsel olgular ile tasarlanmış. İzleyiciye doğru dönen eleştiri köprüsü de bu sınırlar göz önüne alındığında anlam kazanmaktadır. Dışarıdakilerden bahsedilmemesi, dışarıdakilerin "Günah"sızlığından değildir. ... içeridekileri içine alan bir sınır var ise, bu sınır dışarıdakileri de dışarıda tutacaktır."

Mağaralar
"Sahnelerin içerisinde dolaştıkça, sakin geçecek bir kız gezintisi şeklinde planlanmış yolculukta, unutulan, yok sayılan ve yanlışlıkla keşfedilen mağaraların içlerinde olanlara tanık olmanın ürküntüsü takip ediyor izleyicileri."
Yazıda okuyana kadar bazı tabloların mekanının mağara olduğunu fark etmemiştim. Platon'un mağarasında, dışarıdaki nesnelerin içerideki duvara yansıyan gölgelerini gerçek hayat zanneder içeridekiler. Resimlerdeki bu mağara alegorisi sayesinde izleyici bu tablolara mağaranın dışından tuzu kuru bir şekilde bakarken içeride gölgelerle yaşayan ve dışarıdaki dünyanın farkında olmayan zavallılarla arasına bir mesafe koyuyor. İçeridekilerin gerçekten dış dünyanın farkında olmadıklarından mı yoksa bilerek mi gölgeler dünyasında kaldıklarından emin değiliz.

Bazı izleyiciler ise bu mağaraları, zihinlerinde henüz belki kendilerinin bile keşfetmediği veya yüzleşmekten kaçındığı kendi gölgeler dünyası olarak görüp eleştiriyi kendine yöneltiyordur. (Karanlığın en koyu olduğu anın güneş doğmadan hemen öncesi olması gibi, Dantevari şekilde kendi zihninin mağaralarını keşfederek dışarı çıkma yolunda ilk adımı atan bu izleyiciler için oldukça zahmetli ve uzun olacak yolculuklarında güç diliyorum.)


Biçim
Serkan Şimşek eser incelemelerinde figürlerin, formların, dinamizmin, perspektif kullanımının sentezindeki kaynakları başarılı şekilde özetliyor. Mekan kurgusuyla bilinçdışının ilişkilendirilmesi bu başlıkta da karşımıza çıkıyor:
"Figürlerin çerçeveye yerleşimindeki hiyerarşisiz düzen, bilinçdışının mekan kurgusudur. Ressamın izleyiciye sunduğu zaman ötesi bu mekanlar, bir başka açıdan bakıldığında insanlığın imgesel rahmini** işaret etmektedir."
Şimşek, sosyal gerçekçiliğin yalnızca realist biçemle sınırlı olmadığını, her bir tabloyu ayrı ayrı ele alarak yaptığı analizlerle gösteriyor. Bürokratikleşene karşı yazısından alıntılayacak olursak:
"Çoğulcu akımların farklı özelliklerini kendi tezgahında oldukça kişisel bir yolla sentezleyen ve girdiği her kapıdan kendi oluşturduğu biçimsel ifadenin ihtiyaçlarına cevap oluşturacak bir takım özelliklerle çıkmayı başaran bir sanatçıdan bahsediyoruz. Ancak Cemal Erez'in eserlerini anlatan en yakın konumlandırma sosyal gerçekçiliktir. Sentez, bu tutumun özgün ve kişisel tezgahında örülmektedir. ... Cemal Erez tarihsel bir tartışmada sahne alarak, toplumcu eğilimlerin estetik ifade biçimi olarak akademik gerçekçilikten uzaklaşamayacağı ya da uzaklaşmaması gerektiği yönündeki indirgemeci yaklaşımlara cevap vermektedir."
Resmedilen yüzlerdeki ifadeleri çok beğendim, öyle ki modelden çalıştıysa yüzü bu günahlarla yaşayacak olan model ben olmak istemezdim gibi geliyor.

Yazarın figürlerdeki ifadeye dair cümleleriyse bence hem dili hem içeriğiyle yazının zirvesini oluşturuyor:
"İlişkilerin asıl gerçekliğinin izini süren ressam, bu gerçekliğin derinlerine nüfuz etmesini sağlayacak olan formu cesaretle araştırmaktadır. Bir ezbere uymaktan ziyade içeriğine uygun olan biçimin kendisini bulmasına fırsat tanımaktadır. Çağrışımların arkasına saklanma kolaycılığı yerine doğrudan göstermenin biçimin aramaktadır. Kendini tüketen bir uygarlığın kendini yiyen varlıkları resmedilmektedir. Yüzlerde mutluluk ya da bir diğerini bağışlama yok. Dirençsizler. Ama yıldırılmış olmaktan çok, kendi günahlarının sonuçları gibiler. Figürler kendilerini aramaktan çok, hiçbir farkı olmayan bir diğerine dönüşüyorlar. Halinde tam olana rastlamıyoruz. Bir arayış ya da yanılgıyı düzeltme iradesi olmadan dönüşmekteler. …. Canlı birer ceset olarak çirkin öz formlarına kavuşmuş durumdalar.”
Yazıda her bir günahla resimler arasında kurulan benzerlikler de oldukça aydınlatıcı. Ben de resimlere baktığımda kendi kişisel tarihimdeki farklı eserleri çağrıştırdılar.

Gerçeküstücülükle burjuvazi eleştirisini birleştiren sahneler Luis Bunuel’in “burjuvazinin gizemli çekiciliği” filmini çağrıştırdı. Sosyal gerçekliği kalıplaşmış yöntemlerle değil de kendine has bir üslupla veren biri denilebilir mi onun için de?

Resimlerde, Şimşek'in de dikkat çektiği şekilde bir devinim ve döngüsellik göze çarpıyor. Yalnız bu devinim bir başka yere götüren değil ancak kendini olumlayarak yeniden var eden bir hareketi ortaya çıkarıyor:
"Bulundukları duruma yabancılaşan bu yaratıklar nereden geldiği ve nereye varabileceği belirsiz olan oluşlarında sadece savrulmaktadır. Resimlerde farklı derecelerde beliren, kendi çevresinde dönen dairesel hareket sonsuza kadar devam edecek gibidir. Başlangıcı olmayan bu hareketin tarihi de yoktur. ... Sergide, öz olarak öznesizleştirilmiş sahnelerle karşı karşıya geliyoruz."
Kıskançlık tablosundaki mekanın perspektifini Boris Vian’ın Günlerin Köpüğü kitabının bendeki baskısının kapağına benzettim, sürrealist olmalı o kitap da. Filmi de çok güzel, tavsiye ederim. 

Oburluk, Cemal Erez, YKY Kültür Sanat
 
Oburluktaki sarma, dolma, karnabahar gibi yiyeceklere baktıkça tedirginlik hissi değil de gülme hissi geldi! Sanki bir katolik kilisesi duvarında insanın günahkarlığını anlatan korkutucu bir resim var ama resimde yaprak sarması var, sarma nasıl günah olabilir :)

Tembellik, Cemal Erez, YKY Kültür Sanat
Tembellik, Cemal Erez, YKY Kültür Sanat

Tembellik sahnesi için yazıda geçen “kendi kararlarıyla uyumamışlar da daha çok uyutulmuşlar gibi bir halleri var” ifadesi bana Bruegel’in Esriklik Diyarı resmini çağrıştırdı. Hem içerik hem figürlerin yerleştirilişi açısından.
Pieter Bruegel, Esriklik Diyarı

Şimşek'in şehvet tablosunda "çıplaklık var ama tatmin yok" yorumunu çok beğendim; “tatmine ulaşmayı değil, ulaşmayı engelleyen”. Zaten günümüzün tüketim toplumunun özeti bu değil mi? Figürlerin ağızlarının birbirlerine ve nesnelere uzanıyor oluşu dikkatimi çekmişti ama anlamlandırmamıştım: “ağız ile arzu nesnesine ulaşma çabası sadece diğerini yok etmek için”.

Cemal Erez, Şehvet (Lüksür), YKY Kültür Sanat
                                                               Cemal Erez, Şehvet (Lüksür), YKY Kültür Sanat


Yüzlerin düşündürdüğü başka bir olguysa acıyla hazzın arasındaki çizginin inceliği. Resimlerdeki "yaratıklar" günah olarak nitelenen hazlarının peşindeyken içten içe acı da çekiyorlar. Ancak çektikleri acı, arzularının peşinden gitmelerini engellemiyor ve aynı döngüye dönmelerini durduramıyorlar. 

Hazır bugünlerde her şeyi sorgularken, değişmesini istediğimiz biraz da bu değil mi?

Eleştirinin Eleştirisi

Cemal Erez'in 7 Günah resimleri, izleyiciyi insan zihninin derinliklerinde, ya da başka bir bakışla cehennemin katlarında dolaştırırken Serkan Şimşek de bize bu yolculukta eşlik ediyor. Eserle izleyici arasında yer alan eleştirmen, adeta alımlayanın zihninde onları yeniden üretiyor. Sanatçı açısından da bir nevi alımlayıcının yerini alarak eserlerini yeniden düşünmesini, belki de zihninde yeniden konumlandırmasına yol açıyor. Eleştirmenin 7 Günah tablolarını alımlayışı, bize bu resimlere bakışta yeni bir kapı açarak düşüncelerimizi zenginleştirirken izleyiciyle sanatçı arasında bir köprü de kuruyor. İzleme deneyimini baltalama ihtimali de olabilen eleştiri, Şimşek'in yazısı özelinde bu deneyimi derinleştiriyor, yeni fikirler ekliyor. 

Dördüncü bir göz olarak eleştirinin eleştirisi ise bu ilişkiye yeni bir boyut ekleyerek denklemleri çoğaltıyor ve eleştirmenin kendi alımlamasını yeniden düşünmesini sağlıyor. Benim açımdan da eleştirinin eleştirisinin, kendi müzik eleştirilerime dışardan bakabilme fırsatı sağlayarak yeni bir kapı açtığını söyleyebilirim. Müzikte, resimden farklı olarak besteciyle dinleyici arasında nota yazısı ve yorumcu gibi iki boyut daha eklendiği düşünülürse, müzik kritiğinin çok katmanlı yapısı ve eleştirinin çok daha derinlikli yapılması gerektiği sonucu çıkıyor.


Dipnotlar

*Aynı serginin diğer bölümü "Bir Bürokratın 24 Saati" aynı katalogda yer almakta olup Serkan Şimşek'in bu bölüm için de "Bürokratikleşene Karşı" adlı yazısı bulunuyor.

**“insanlığın imgesel rahmi” çok çarpıcı, etkileyici bir ifade. Sırf bunu bile düşüne düşüne bitiremez insan

***Bosch'un resimlerinde yazılan notaların bazı seslendirme denemelerini Youtube'da bulabilirsiniz.


Kaynaklar:

1. Rekin Teksoy, Önsöz, İlahi Komedya, Dante, çev. Rekin Teksoy, sy19, Oğlak Yayıncılık, 1998.

2. Serkan Şimşek, Yedi Günah'ın Teşhir Salonları, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, Mayıs 2018.

3. Serkan Şimşek, Bürokratikleşene Karşı, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, Mayıs 2018.





Thursday, April 2, 2020

Toprak, Su, Hava, Ateş

14 Mart akşamı Jerfi Aji'nin Moda All Saints Kilisesi'nde gerçekleşen piyano resitali, tüm karşı ihtimallere rağmen tarihi bir olay olarak konser dinleyicilerinin aklına kazındı. İstanbul Filarmoni Derneği konser serisi kapsamındaki bu konser, Derneğin "Müzik Yaşamdır"sloganının altını dolduran bir manifesto gibiydi.


İnsanların toplumsal bir histeriye doğru çekildiği bu günlerde; Piyanist Jerfi Aji "çok zor bir karar oldu ama resitali yapıyoruz. kimseye gelin bekliyorum diyemem ama ben orada olacağım ve 1 saatliğine de olsa gelenleri düşsel bir yolculuğa çıkarmayı amaçlıyorum elimden geldiği kadar." diyerek duyurdu bir gün önce konserini. Bilenler bilir, Şostakoviç de yedinci senfonisini ikinci dünya savaşında Leningrad kuşatma altındayken yazmış ve inanılmaz zor koşullarda düzenlediği konsere Leningrad halkı yine inanılmaz zor koşullarda (şehir bombardıman altındayken) katılmış.

Bu tarz olağanüstü dönemlerde futbol maçlarından, kalabalık kongrelerden, öğrencilere ve çalışanlara izin verilmesinden önce ilk iptal edilenin (hatta çoğu zaman tek iptal eilenin) konserler olmasına dair itiraz eden görüşler nicedir var ve bir karşılık da bulmaya başladı diye düşünüyorum. Yine de bir çok Kurum en az bir aylık konser programını iptal ederken Jerfi hocanın bu kararında kuşatma altındaki şehir halkına motivasyon ve güç aşılamaya çalışan Şostakoviç yürekliliği gördüğümü söylemeliyim. (elbette kendini risk altında gördüğü için ne kadar konser yapılması kararını desteklese de gelememiş insanlar olacaktır hem kendini hem diğer izleyicileri korumak için, bu da oldukça saygı duyulacak bir davranış) 

Jerfi Aji'nin Debussy ve Skryabin'in eserlerinden oluşan "Toprak, Hava, Su, Ateş" temalı resitali, başlığıyla bile o kadar heyecan uyandırıcıydı ki normal şartlarda bir gün önce bilet bulmayacağımı bildiğim için (bu hafta sonu gitmem gereken iş seyahati de iptal edildi o yüzden bilet son ana kaldı) gidemezdim bile. Durumun olağanüstülüğünü bu bakış açısından da yorumlayabiliriz.

Tam da insanın doğayla mücadelesinde kantarın insan lehine çok kaçtığını düşünürken müzikle doğayı; insanı da var eden en temel elementleriyle sorgulaması da bu konseri özel kılan özelliklerdendi. Bu akşam, insanın özellikle sanayi devrimiyle birlikte son birkaç yüzyılda doğanın dengesine yaptığı müdahale için bir özür dileme, hepimiz adına bir netamet getirmeydi belki de. Tam da 20 yy. başlarında bu değişime/müdahaleye kendi yaşamları içinde tanıklık edebilmiş (kapitalizm, emperyalizm ve toplumsal histerinin Birinci Dünya Savaşı'na ve nice yıkımlara yol açtığı döneme) ve belki de dönemin ruhunu müziklerine bu denli sağlam yansıtabildikleri için bu kadar beğenilen bestecilerin seçilmiş olmasının da programı bu tarihselliği yansıtması anlamında çok başarılı kıldığını düşünüyorum. 

Programın ilk bölümü bu çerçevede, yüzü bir nebze daha ışığa dönük Fransız besteci Claude Debussy (1862 - 1918) ile başladı. "Toprak ve Su"ya ayrılmış bu yarıda ilk olarak 3 bölümden oluşan 1903 tarihli "Estampes" ("Gravürler") CD108, L100 eserini dinledik. Jerfi Aji eseri çalmadan önce yaptığı Sesli Program Notları Sunumunda, o dönem popüler olan "Japonizm" akımının gravürlerine ve kartpostallarına benzer şekilde 3 farklı ülkeden/şehirden sahnelerin anlatıldığı bu eserlerin -Debussy kendini hiçbir zaman bu sıfatla anmasa da- tam bir empresyonizm örneği olarak görülebileceğini belirtti.


İlk bölüm Si majör "Pagodalar", Doğu Asya'ya özgü, katmanlı çatılarının eğimiyle dikkat çeken tapınaklarla aynı ismi taşımaktadır. Debussy, bu parçanın tonal ve melodik çizgisindeki inici-çıkıcı eğimle bu tapınakların çatıları arasında bir benzerlik kurmaktadır.

Besteci, 1889'da Fransız Devrimi'nin 100. yılı kutlamaları kapsamında (daha sonra da 1900 yılında) gerçekleşen Paris Uluslararası Sergisi'nde izlediği Java grubunun (günümüzde Endonezya) Gamelan müziğinden oldukça etkilenmiş ve farklı kültürlerin müziklerine ilgi duymaya başlamıştı. Gong gibi çeşitli perküsyonların ve armonide pentatonik gamların ağır bastığı gamelan müziğinin etkisi, Jerfi Aji'nin duru ve ustalıklı çalışıyla bu parçada da duyuluyordu.

İkinci bölüm "Granada'da akşam"da, müzik bizi İspanya'nın güneyinde Endülüs bölgesinde Sierra Nevada dağlarının eteklerindeki Granada şehrine götürdü. Bizet'nin hiç İspanya'ya gitmeden Carmen operasını bestelemesi gibi, Debussy de günübirlik bir gezi dışında İspanya'ya hiç gitmemiş. Ancak bu ülkeyi öyle yerinde tasvir etmiş ki, büyük İspanyol besteci Manuel de Falla bu parçayı "takdire şayan" olarak nitelendirmiş. Makamsal armonilerin ve gitar üslubunun kullanıldığı bu parçaya, Küba kökenli bir dans olan Habanera ritmi hakim. Dinlerken de sanki bir dans gecesini izleyen kişiler olarak bazen uzaktan bir müzik sesi duyuyormuşuz, bazen yakınına gidiyormuşuz gibi şarkının uzaklaşıp yakınlaştığını canlandırabildik zihnimizde. Tüm bu etkiyi verebilmek, nüansların ve dinamiğin çok iyi kullanılmasıyla mümkün olabilir; All Saints'in piyanosu da bu olanaklar açısından kısıtlı olmasına karşın Jerfi Aji'nin onu adeta Steinway çalıyormuşçasına ehil edişine hayran kalmamak elde değildi.

Gravürlerin üçüncü parçası "Yağmur altında bahçeler"in, Debussy'nin de doğum yeri olan Fransa'nın Kuzeyindeki yağmurlu Normandiya bölgesinde geçtiği düşünülüyor. Sert bir fırtına tasviriyle başlayan parçada, Fransız çocuk şarkılarından "Nous n'irons plus au bois" ve "Dodo, l'enfant do"dan alıntılar duyduk (belki de Debussy'nin çocukluğundan ezgilerdir bunlar). Parça, kara bulutların dağılmasıyla güneş doğmuşçasına aydınlık bir şekilde sonlandı. Aji'nin, özellikle çeviklik isteyen bu bölümü ne kadar zahmetsizmişçesine çaldığını görünce ve dinleyenleri hikayenin içine nasıl kolayca çekebildiğini düşününce, hocalığın yanı sıra düzenli çalışan ve sınırları zorlayan bir piyanist olduğu ortaya çıkıyor.

Jean Antoine Watteau, L'embarquement pour Cythère

Debussy'den ikinci olarak, yine 1903-4 yıllarında yazdığı CD 109, L. 106, numaralı "L’isle joyeuse (Mutluluk adası)" adlı eseri dinledik. Fransız Barok dönem ressamı Jean-Antoine Watteau'nun L'Embarquement pour Cythère (Kitara adasına yolculuk) isimli resminden esinle yazılmış bu parçada, var olmayan bir mutluluk ve haz alemine yol alacak bir geminin usulca hareketini, dalgalandıracağı suların ışıltısını, huzur içinde, gerçekliğin tüm ağırlığından sıyrılarak hafifleyen yolcuların heyecanını ve aşkla ve kardeşlikle ördükleri yeni hayatlarının hayalini duyarak adeta biz de bu şanslı gruba dahil olduk. 

Konserin Aleksandr Skryabin'e (1872 - 1915) ayrılan ikinci yarısı, "Hava ve Ateş" temasını taşıyordu. Jerfi hocanın anlatımıyla; Debussy'den on yaş genç olmasına karşın üç yıl erken, 43 yaşında, üst dudağındaki basit bir sinek ısırığı yarasının yol açtığı enfeksiyon sebebiyle trajik şekilde yaşamını yitiren Skryabin, aynı zamanda Rachmaninoff'la da aynı yıllarda Moskova konservatuarında okumuş. Mistisizm, Hinduizm, sembolizm gibi akımlardan ve Nietzsche'nin düşüncelerinden etkilenmiş, sahip olduğunu belirttiği Sinesteziden (renk ve müziğin aynı duyumsanması) de beslenerek kendine has bir doktrin benimsemiş. Öyle ki "Ben Tanrı'yım!" diye açıklama noktasına gelmiş. Himalaya Dağlarının eteklerinde en az bir hafta süresince performe edilecek ve "kıyamet"e sebep olarak yeni bir dünyanın doğuşunu müjdeleyecek, tüm sanatların ilahi bir sentezi olan devasa bir multimedya eser olarak kurguladığı "Mysterium" isimli yapıtını tamamlayamadan hayata veda etmiş.

1880'lerde Zverev'in öğrencileri.  Soldan ikinci, askeri üniforma içindeki Skryabin.
Sağdan dördüncü Rachmaninoff. Kaynak: wikipedia.

Programın ikinci bölümü, Skryabin'in 3 döneme ayrılabilecek yaratı döneminin "erken romantik" olarak nitelendirilebilecek ilk evresine ait Op.28 numaralı Si minör Fantazi (düşlem) ile başladı. Genellikle serbest formda yazılmasına alıştığımız fantazilerin aksine katı bir forma sahip olan bu parçayı piyanistin, forte pasajlarda bile melodinin duyulmasını sağlayarak ama kuvvet ve hızdan da ödün vermeden çalışını seyirciler olarak biz de nefeslerimizi tutarak dinledik.

Bestecinin ikinci ve üçüncü yaratı dönemlerinin geçiş noktasında duran Fa# majör Op. 53, 5 Numaralı Piyano Sonatı için ünlü piyanist Sviatoslav Richter "piyano repertuarının en zor eseri" demiş. Yaklaşık 13 dakika süren bu parça gerçekten de hem teknik hem yoruma yönelik güçlüklerle dolu. Notalarda belirttiği notlarında "Impetuoso. Con Stravaganza", "languido", "con voglia", "accarezzevole", "imperioso", "quasi trombo", "presto tumultuoso esaltato", "con una ebrezza fantastia", "vertiginoso con furia", "estatico" gibi alışılmadık direktifler vererek hem icracıya değişik kapılar açıyor hem de önüne aşılması güç engeller koyuyor. Göğe yükselme, aşkınlaşma (transcendence) gibi öğeler barındıran bu sonata Skryabin, Esriklik Şiiri (La Poeme de L'extase) isimli şiirinden bir kıtayı eklemiş*:

"Sizi yaşama/ölümlülerin alemine çağırıyorum, gizemli güçler !
Belirsiz derinliklerinde boğuldunuz yaratıcı ruhun
Yaşamın utangaç gölgeleri
Size korkusuzluğu getiriyorum."

Jerfi Aji, tüm bu güçlüklerine rağmen ne yaptığını bilen, kendinden emin çalışıyla eserin tam anlamıyla hakkını verirken, adeta müziğin öte dünyadan çağırdığı güçlerin üstünde yükseldi!

Konserin son parçası, bestecinin ölümünden bir yıl önce, 1914 yılında bestelediği Op. 72 numaralı Poème “Vers la flamme” (Şiir, “Aleve doğru”) idi. Skryabin bu parçaya, alevlerin tüm Dünyayı yutacağı ve insanlığın daha üstün şekilde yeniden doğacağına dair bir kıyamet senaryosu denilebilecek şiirini de eklemiş*:

"Zaman melankolik, hapsedilmiş,
Maddenin derinindeki karanlık ve gölgelerde
Piramit dağı, devasa ağırlığıyla,
düşüncenin ilerlemesini peşini bırakmayan bir rüyaya dönüştürmüştü

Yer altının gizemli mezarlarında, büyülü sembollerin gücü uyuyordu.
Ve gizemli uçurumlarda huzursuzluk doğdu.
Işıltısıyla maskelenen neşe, maddenin uyuyan kütlelerini canlandırdı
Bilinç ve irade yaşama döndü

Derinliklerden gelen yanan arzuların akımları ışığa doğru koştu
Dünya üzerinde parladı ışınları
Evrenin bedeninden ayrılmış çocukları dansa ilham verdi
Gösterişli düşüncelerin akışı ve yıldırım benzeri düşüncenin parlamaları
gezegeni parça parça deldi

Son ırkı düzensiz bir neşe kucaklamıştı
Dünyevi insan ölümsüz bir Tanrı'ya dönüştü !
Yok oluşun ve doğumun akorları ışığın parlayan aydınlığında zaferle yankılandı
Ve Kutsal Başkalaşımın saf alevi evreni kucakladı
Yeni dünyanın gizemli görüntüsü Sonsuzlukta hafifçe ışıldadı ... "



Yalnızca iki notayla durağan şekilde başlayan parça, yavaşça derinlerden yükselerek çeşitlenmeye, hızlanmaya başlıyor. Ritmik değişikliklerin birbirine karışarak yarattığı gerilim ve en sonda tremololar ve tüm orkestral öğelerin katılmasıyla adeta ısınarak patlayan dünyayı tasvir ediyor !

Dinleyiciyi adeta Dünyanın sonuna götürdükten sonra Bis için tempoyu biraz düşürerek, yine Skryabin'den, Op.9 No.2 sol el için Nocturne'ü seslendirdi. Tüm eserleri olduğu gibi bunu da ezberden çaldı (eskiden ezberden çalmak bir norm olmasına karşın günümüzde takdir edilesi bir özellik bence).

Jerfi Aji'nin ara vermeden 1 saat 15 dakika süren performansı, önemli tarihsel alt metinleri, üst düzey yorumculuk gerektiren özellikleri ve teknik zorluklarıyla öne çıkan parçaların üstesinden ustalıkla gelerek dinleyiciyi de hiç yormadan müziğin içine çekebilmesiyle inanılmazdı. Uzun süredir hem program hem de performans açısından izlediğim en doyurucu konserdi demem hiç de abartı olmayacaktır. Belki bir süre daha, fiziken aynı havayı paylaşarak izlemiş olacağım son konser olduğu için de hiç pişmanlık duymadığım, bundan sonra yapacağı konserleri de ilgiyle takip edeceğim Jerfi Aji'yi bir kere daha tebrik ve teşekkür ederim.


*Rusça orjinalden Fransızca'ya yapılan çeviriler Türkçeleştirilerek verilmiştir.

Friday, March 13, 2020

kaybolan

Belli belirsiz bir anı
Fuar'da kaybolmam
  bulunduğumu hatırlamıyorum
Yaş dört diye biliyorum

Belli belirsiz
bebekliğim
biraz daha belli okul çağları
ucuz şarapla perdelenmiş

Belli belirsiz bir anı
Dün öpüşmüştük
Yoksa yalnız ellerimiz mi değmişti
yaş otuz olmuştu

Belli belirsiz yarın
 İstanbul'da kaybolmuştum
 Düştüğüm yerden kaldırmışlar
 kalktığımı hatırlamıyorum ...

kibrit

Kendini yakmaya yeten kibrit
Muma yetmeyen
Bir de düşüş
(düşüydü düşüş)

Tüm ateşi sönebilirdi
    hatta söndü
İçsel mucizesiydi ki
yeniden alevlendi

Soğuk fayansta yatmış
yanmaya devam etti

Son arzusu
     (ki basit bir kibrit ne arzulayabilirdi)
Bir başka kibriti yakmaktı
     hiç olmazsa
onun yakacağı sigaranın nefesiyle
bir adamın
     kanına girmekti
Son arzusu ...

Saturday, January 18, 2020

İstanbul Avrupa Korosu ve Camerata Barok İstanbul'dan Görkemli Bir Konser

İstanbul Avrupa Korosu ve Camerata Barok İstanbul'dan Görkemli Bir Konser


16 Ocak akşamı, Moda Assomption kilisesinin duvarları, Barok ve Klasik dönemin görkemli eserleriyle yankılandı. İstanbul Avrupa Korosu ve Camerata Barok Istanbul topluluklarının solist şarkıcılarla seslendirdiği üç eser, dışarıdaki dondurucu soğuğa karşı, Fransız Katolik Kilisesi’nin sıralarını dolduran müzik severlerin içini ısıttı. Bu çok özel konserin ev sahipliğini 1860’lı yıllarda inşa edilmiş ve tam adıyla Notre Dame de L’Assomption (Muhterem Validemizin (Meryem Ananın) Göğe Yükselişi) Kilisesi gerçekleştirdi.
​​
Konserin ilk eseri, W.A.Mozart’ın babası olarak tanıdığımız, aslında kendisi de besteci, şef, müzik öğretmeni ve kemancı olan ve Salzburg sarayında görev yapan Leopold Mozart’ın (1719-1787) Do Majör Missa Brevis (K.115 ; K⁶.166d) adlı koraliydi. 1771 yılında yalnızca Kyrie, Gloria, Credo ve Sanctus bölümleri bestelenen missanın Benedictus ve Agnus Dei bölümleri sonradan tamamlanmış. 4 ses ve org için yazılan bu eserin ilk olarak oğul Mozart’a ait olduğu düşünülse de sonradan bu fikirden vazgeçilerek Leopold’e hakkı teslim edilmiş. Yaklaşık on dakika süren bu eserle İstanbul Avrupa Korosu, Lena Şenol’un elektronik piyanoyla gerçekleştirdiği org eşliği ve şef Paolo Villa’nın yönetimiyle, göz dolduran bir performansla açılış yaptı. 

Resim

1960’ların başında “Deutcher Singkreis” (Alman Korosu) adı altında İstanbul’un Alman cemaati tarafından kurulan ancak 1991’de bir grup Fransız koristin de katılmasıyla “İstanbul Avrupa Korosu” olarak yeniden adlandırılan İAK, İstanbul’un en eski amatör çok sesli korosu olarak bilinmektedir. Farklı kültürlerden, yaş gruplarından, mesleklerden, dinlerden ve etnisiteden oluşan yetmişe yakın üyesiyle, İstanbul’un özgün, çok-kültürlü dokusunu yansıtan bağımsız, kar amacı gütmeyen bir topluluk olma misyonunu benimsemiştir. Türkiye’de bir çok eserin prömiyerini gerçekleştiren İAK’nin 2010’dan bu yana korrepetitörü Lena Şenol olup 2018 yılından beri de şefliğini Paolo Villa üstlenmiştir.

İkinci eser, Joseph Haydn’ın (1732-1809) Te Deum’uydu (Hob.XXIII c:2). 1800 yılında yazılarak Avusturya Macaristan İmparatoriçesi Marie Therese’e ithaf edilmiş Do major tonundaki eser, Allegro, Adagio ve Allegro Moderato bölümlerinden oluşuyor. Haydn’ın bu eserinde Gregoryan ezgisi Te Deum kullanılıyor ve solist bölümü bulunmuyor. Camerata Barok Istanbul ile koronun birlikte, klasik dönemde popüler olan büyüklük duygusunu ve dev yapılı orkestra ve koroları yansıtan görkemli bir performans gerçekleştirdi.

Camerata Barok Istanbul Orkestrası, 2011 yılında kurulduğundan bu yana, gerçekleştirdiği özgün konserlerle Türkiye’de Barok müzik konusunda önemli bir yer tutmaktadır. Her biri kendi alanında ustalaşmış müzisyenlerden oluşan topluluk bu akşamda 12 kişiden oluşan kadrosuyla yer alıyordu. Topluluk, Trompet ve Timpani gibi enstrümanların da yardımıyla, Haydn’ın Te Deum’unun gösterişini başarılı şekilde ortaya çıkardı.

Üçüncü ve son eserde, Haydn’ınkinden bir yüzyıl daha eskiye giderek, Marc Antoine Charpentier’in (1643-1704) H.146 numaralı Re major Te Deum’unu dinledik. Charpentier’nin 1688-1698 yıllarında Grand Motet olarak bestelediği ve Eurovizyon yarışmasının açılış müziği olarak da hatırlanabilecek bu eserde koro ve orkestraya solistler de eklendi. Soprano Bezmi Hazal Ekşi, Alto Seda Taşpınar, Tenor Volkan Çelik ve Bas Atilla Gündoğdu ile birlikte sahnedeki seksenin üzerindeki müzisyenin seslendirdiği bu coşkulu eser Kiliseyi dolduran tüm dinleyiciler tarafından beğeniyle alkışlandı.

Ceren Tosun

Bu yazı, Koro Kültürü Derneği'nin Mart 2020'deki 17. bülteninde yayınlanmıştır.
http://www.korokulturu.org/

Tuesday, January 14, 2020

Bir orgun yeniden doğuşu

Büyükdere Santa Maria Kilisesi'nin neredeyse yüz yıldır sessiz kalmış orgu, yeni yılın ilk Pazar'ında düzenlenen konserle onlarca yıllık sessizliğini bozdu ve adeta yeniden doğdu! Beklenmedik şekilde bastıran yağmura, rüzgarlı ve soğuk havaya rağmen bu tarihi anı kaçırmak istemeyen İstanbullu müzikseverler, İtalyan Konsolosluk temsilcileri ve Latin Katolik Kilisesi'nin üst düzey temsilcilerinin sıraları doldurduğu akşam, oldukça başarılı geçti. 

Org çalan kadın ve eroslar, Büyükdere Santa Maria Kilisesi'nin girişi, sağ üst duvar
İstanbul Pipe Organ Team tarafından 2019 yılının sonbahar aylarında tamir ve bakımı gerçekleştirilen 1896 tarihli Avusturya-Macaristan menşeili Gebrüder-Rieger org (Op.518), (İstanbul Pipe Organ Team'in instagram sayfasından alıntıladığım bilgilere göre) ilk olarak, Harbiye'deki Fransız Lisesi'nin şapelindeki ayinlerde çalınmak için yapılmış. Kilise korosuna ve derslerde öğrencilere eşlik için kullanılmış olması da oldukça muhtemel.  Lise'ye daha büyük bir şapel yapılarak yeni bir Cavaille-Coll markalı Fransız orgunun getirilmesi sebebiyle ise 1914 yılında söküldüğü düşünülüyor. İçine yazılan notlardan, 1919'da yeniden birleştirildiği, 1921'de ise tekrar sökülüp birleştirildiği öğrenilmiş ancak bunların sebebine ilişkin bir bilgiye ulaşılamamış. Henüz akıbeti kesin olarak bilinemese de orgun 1914 yılında Santa Maria'ya getirildiği düşünülüyor. 

5 Ocak 2020 Santa Maria Kilisesi Konser Programı
Principal, Rohrflöte, Salicional, Octava ve Dulce'den oluşmak üzere yalnızca 5 register'ı olan, pedal bulunmayan ve tek klavyeden oluşan bu mütevazi orgun çoğu enstrümanda bulunmayan olumlu bir özelliği ise transpoze edilebilir olması. Öğrenci eşliğinde kullanılma öngörüsüyle klavyenin yarım/tam ton aralıklarla tiz veya pese kaydırılabilmesi, bu konserde dinlediğimiz gibi vokal veya nefesli enstrüman eşliği için onu çok avantajlı kılıyor. Gerek performans, gerek prova ve akortlarda oldukça güçlüğe yol açan olumsuz bir özelliği ise borulara iletilecek havayı biriktiren körüğün kas gücüyle doldurulmak zorunda olması. Günümüzde çoğu orgda  motor bulunmakta olup elektrik gücüyle körüğe hava üflenirken, bu Rieger'de çalanın iki ayağıyla pedallara basması ya da yanda bir yardımcının hava basmasıyla körük doldurulabiliyor. Tüm bu detayları ve orgun yeniden doğuşunun hikayesini ekibin youtube sayfasındaki videoda izleyebilirsiniz.

İstanbul Pipe Organ Team tarafından Büyükdere Santa Maria Kilisesi işbirliğiyle düzenlenen konserde orgun (Tarkan Şendal) yanı sıra, soprano Çağıl Aydın ve İDSO obua sanatçısı Damla Tunçer yer alıyordu. Hem Türkçe hem de İngilizce olarak açılış konuşmasını yapan Peder Martin Kmetec, Fransisken cemaati adına misafirlere hoşgeldiniz derken, "Tanrı sessizliktir, müzisyenler bu sessizliği anlayıp müziğe dönüştürüyor. Uzun zamandır buradaki org sessizdi, bugün ilk kez konuştu." diyerek çalışmaları için Pipe Organ Team ekibine şiirsel bir dille teşekkürlerini sundu. Ardından, her yönüyle bu konserin gerçekleşmesini sağlayan, ekibin kurucusu Tarkan Şendal bu orgla yaptıkları çalışmalardan bahsetti ve "Kilise'nin güzel akustiği, orgun katılmasıyla daha da güzelleşti ve tamamlandı. Org, diğer enstrümanlardan farklı olarak, birçok enstrümanın sesini verebilir, bu yüzden cennetin güzelliğini de cehennemin yakıcılığını da duyurabilir."  diyerek duygularını ifade etti ve kendilerini destekleyenlere teşekkürlerini iletti.   

Konser, Domenico Zipoli'nin (1688 - 1726) 1716 tarihli Op.1 d'Intavolatura Sonatı'nın org eserlerinin olduğu ilk bölümünden Re minör Quattro Versi ile başladı. İtalya doğumlu Zipoli, Forano prensesine ithaf ettiği bu sonatın Roma'da yayınlanmasından sonraki yıl Cizvit kilisesinin görevlendirmesiyle Güney Amerikaya gitmiş ve orada ölümü karşılamış bir besteci. O dönemde Avrupa dışında org olduğunu bile bilmediğimden, Zipoli'nin hikayesini oldukça ilgi çekici buldum. Eserlerinin sadeliğine rağmen ifadeden ödün vermeyen güzelliği de Zipoli'yi nev-i şahsına münhasır kılıyor.  

Org, Tarkan Şendal
Soprano, Çağıl Aydın
Fotoğraf: Aras Ali
İkinci eser, org ve şan için Carl Loewe'nin (1796-1869) Friede und Ruhe in Gott adlı eseriydi. Fa majör tonundaki çok az bilinen bu lied'i dinlemek, saklı kalmış bir mücevheri keşfetmek gibiydi. Neredeyse hiç seslendirilmemiş ve kaydedilmemiş bu lied'in şairi de bilinmiyor. 

Konserin üçüncü ancak obua ile orgun birlikte seslendirdiği ilk eseri, Johann Sebastian Bach'ın (1685 - 1750) BWV. 249  numaralı Paskalya Oratoryosu'nun Adagio bölümüydü. Orkestra ve koro için bestelenmiş olan eserin sözlü orjinali "Kommet, eilet und laufet" ile başlıyor. Obua ile de sıkça yorumlanmış bu eser, noel ertesindeki kilise atmosferinde, oldukça dokunaklı tınladı.  

Sıradaki parça Avelino Valenti'nin (1829 - 1882) Latince bir ilahi olan Cor Dulce, Cor Amabile'yi esas alarak yazdığı Cor Dulce (1875) adlı şarkısıydı. Dönemin ünlü fransız bestecisi Charles Gounod'ya ithaf ettiği, orjinali Fa diyez minör tonundaki bu şarkının da kaydına hiçbir yerde rastlayamadım. Soprano partisindeki süsleme ve uzun aralıklı atlamalarla teknik zorluklar barındıran bu eserin, -icra esnasında yaşanan aksaklıklara rağmen- başarılı seslendirilişinden dolayı müzisyenleri tebrik etmek lazım.

J.S.Bach'tan ikinci eser BWV.770 numaralı Ach, was Soll ich Sünder machen? (1698) koralinin Partita I-II-II bölümleriydi. Programın bütünlüğüne çok yakıştırdığım Mi minör tonundaki bu solo org eseri, orgun yumuşak ve tatlı tonlarıyla daha da etkileyici tınladı. Kilisenin ısınmasıyla etkilenen orgun akordu, özellikle tizlerde çatallaşmalara yol açsa da dikkatimi birbirinden nadide yorumları dinlemeye verdiğimden, bu durumdan rahatsız olmadım.

Org, Tarkan Şendal
Obua, Damla Tunçer
Fotoğraf: Aras Ali
Obua ve orgdan dinlediğimiz ikinci eser, Henry Purcell'in (1659 - 1695) Z.670 numaralı La minör The Queens Dolour adlı parçaydı. Döneminin en ünlü İngiliz bestecisi Purcell, çok çeşitli enstrümanlar kullanarak bestelediği dini ve seküler müziklerin yanı sıra, Dido ve Aeneas adlı trajik operası ve 100'ün üstünde şarkısıyla tanınıyor. Özellikle, önceki yazılarımda da değindiğim Dido's Lament adlı aryası en sevdiğim barok aryalardan ve her dinleyişimde Afrikalı kraliçe Dido'nun acısını kendiminmiş gibi hissederim. Obua ve org ile icra edilen bu parçada da Şendal ve Tunçer, Kraliçe'nin kederine ben de dahil tüm dinleyicileri ortak etti.  

Soprano ve org tarafından seslendirilen son şarkı, Charles Gounod'nun (1818-1893) Ave Verum (1878) adlı eseriydi. Latince bir ilahi olan bu parça genellikle koroyla seslendiriliyor. Soprano ve org kaydına denk gelmediğim, saklı mücevherlerden oldu bu şarkı da. Bunca özgün icranın hem geniş kitlelerin faydalanması, hem de İstanbul orglarının duyulması için uygun bir İstanbul orgu eşliğinde kaydedilmesi ne muhteşem olurdu! Henüz bu yazıyı yazarken, bu konserde bile seslendirmedikleri, Loewe'nin bestelediği sözleri Shakespeare'e ait "Komm herbei, Komm herbei Tod" lied'inin St Antuan Kilisesi'nin kriptindeki Rieger orgla kaydına başladıklarını öğrendim.  Şimdiden tebrikler, tüm bu güzellikleri albüm olarak paylaşmalarını da bekliyorum :) 

J.S Bach'tan son eser, BWV.1056 numaralı Fa minör Klavsen Konçertosunun (1738) 2 numaralı Largo bölümüydü. Aynı numaralı eser, Sol minör Obua Konçertosu olarak da geçmektedir. Klavsen veya oda orkestrası eşliğinde obua ile kayıtlarına rastlamış olsam da org ve obua tarafından seslendirilmesi bakımından özgün bir performanstı ve yine çok yakışmıştı. 

Fotoğraf: Aras Ali
Konserin kapanışı, Georg Philipp Telemann'ın (1681 - 1767) Klavyeli Çalgılar için yazdığı TWV.33 eser numaralı altıncı ve yedinci Fa minör ve Sol Majör Fantezilerinin (1733) org yorumuyla gerçekleşti. Hayattayken Bach'tan (ve hatta Handel'den) daha ünlü olan ve müzikal anlamda Bach'ı da etkileyen besteci, aynı zamanda onunla arkadaştı ve oğlu Carl Philipp Emanuel'in vaftiz babası ve isim babası olmuştu. Sonradan Bach'ın kabul edeceği Leipzig'deki Thomas Kilisesi Kantorluğu önce ona verilmişti ancak o Hamburg'da St. Catharine Kilisesindeki görevinden ayrılmamayı seçti. İnsan, acaba Telemann bu göreve gelseydi ve Bach reddedilseydi müzik tarihi nasıl şekillenirdi diye düşünmeden edemiyor.. Bu etkileşimi ortaya seren şekilde, 6 numaralı parçanın açılış teması, küçüklüğümde piyano öğrenirken çaldığım Bach'ın Menuet'lerini andırıyordu. Telemann'ın fantezileri arasında flüt ve blok flüt için yazılanlar daha bilindik ve daha çok kaydı bulunuyor. Bu anlamda, bu parçaları orgdan dinleme fırsatını bulmak oldukça hoştu.

Konsere ev sahipliği yapan Büyükdere Santa Maria Kilisesi, 1815 yılında mütevazi ahşap bir bina iken, cemaatin büyümesiyle 1866'da bugünkü beton haliyle yeniden inşa edilmiş ve duvarlardaki tablolar dönemin ünlü ressamı Palermo'lu Giuseppe Carta tarafından yapılmış. Günümüzde hala tüm sıcaklığı ve alçakgönüllülüğüyle Tanrı'nın görkemini yansıtmaya devam ediyor. Orgun ve olasılıkla vokal veya koronun icra edecekleri müziğin sıralarda oturan dinleyenlere yumuşak ve net bir biçimde ulaşmasına izin veren zarif mimarisiyle, kilisede yankılanacak müziğin bu ilk konserle sınırlı kalmamasını ümit ederim.. 

Yaklaşık 45 dakika süren konserin onlarca yıldır sessiz kalmış bir orgun ilk kelimelerini, ilk cümlelerini duymak bakımından anlamı çok büyüktü. İstanbul Pipe Organ Team ekibinin yeni çalışmalarını ve yeniden doğacak sıradaki orgu da heyecanla bekliyorum; onun sesini duyacağımız gelecek konserde görüşmek üzere!

Peder Martin, konserdeki başarılı performansları için Tarkan Şendal (org), Çağıl Aydın (soprano) ve Damla Tunçer (obua) tebrik ederken

*Bazı parçalar bu konserde yorumlandığı haliyle kaydı bulunmadığı için çalma listemde yer almıyor ama kalanını ve daha fazlasını Pipe Organ listemden dinleyebilirsiniz. Gelecek özgün kayıtlar için İstanbul Pipe Organ Team'i Youtube ve Instagramdan takip etmeyi unutmayın.