Murger Tomb

Murger Tomb
Henri Murger, Cimetiére de Montmartre, Eylül 2015
Showing posts with label kritik. Show all posts
Showing posts with label kritik. Show all posts

Sunday, May 17, 2020

Eleştirinin Eleştirisi: Yedi Günahın Teşhir Salonları

Ressam Cemal Erez'in "Burjuvalar" serisinden 2018 yılının ilkbahar/yaz aylarında gerçekleştirilen "Yedi Günah" sergisi* için hazırlanan katalogdaki Serkan Şimşek’in kaleme aldığı Yedi Günahın Teşhir Salonları yazısıyla, sergiden iki yıl sonra yine bir bahar mevsiminde karşılaştım. Dünya çapında karantinaya alınışın insanlarda doğurduğu içsel yüzleşmeyle baharın gelişinin/mevsim değişiminin kasveti ve melankolisi örtüşünce, bu yazı ve öne çıkardığı kavramlar üzerine düşündürdüklerini yazmadan olmazdı.

  
Günah
Sergide Cimrilik, Kibir, Kıskançlık, Oburluk, Öfke, Tembellik, Şehvet günahlarının her biri için bir yağlıboya tablo yer alıyor. Günah, ilk bakışta insanın dışından, "şeytan"dan kaynaklanan bir kavram gibi geliyor ancak tam tersi, insanın bir parçası. Sahip olduğumuz için mutlu olmamız gereken, yok saymamamız, barışmamız gereken arzulara işaret ediyor. Günah kavramı, Kilise'nin, genel anlamda da “ideolojinin”, kişiyi kendinden, dünyevi olandan, maddesel olandan uzak tutup daha kolay hegemonya altına alabilmesi, daha kolay kontrol edebilmesi için üretilmiş sanki. Aslında tüm bunlar (kıskançlık, oburluk, şehvet, öfke, vs) insan olmaya içkin, yok sayılmaması, yüzleşilmesi gereken duygular.

Böyle bakınca Şimşek'in
Sergide yapıtın izleyicisiyle kurduğu ilişkiye verilen özel bir önem beliriyor. Sanatçının açık yüreklilikle davet ettiği bu salonlarda gönül rahatlığıyla dolaşamıyoruz.Eserlerin dışında kalmamız istenmiş. ... İçine düşmekten korkacağımız kadar abartılı olan bu sahneler, izleyicinin sahnedeki kendisini hayal etmesinin bir imkanına dönüşüyor. Sanatçı bu uygarlıktaki izlerimizi bize göstermenin yolunu bulma peşinde. Burjuva yaşanış biçimiyle “Günah”ların mesafeli seyrinden, izleyicinin kendisinde yaşanış biçimiyle “Günah”lara giden eleştirel bir köprü bu.” 
yorumu çok anlam kazanıyor. Kişinin kendinde “günah”ı sorgulamasına, bunlarla yüzleşmesine olanak veriyor resimler. Yazının başlarındaki
“Burası bir "insanat" bahçesi. İçindekilerin doğal yaşamlarında olduklarını sandıkları bir bahçe. ... Parçalayan, yok eden, çalan, kibirlenen, gözetleyen, işkence eden, öldüren varlıklar sahneye çıkarılıyor."
benzetmesi de bunu destekliyor; izleyici kafeslerin dışında, küçük-büyük burjuvaların doğal yaşamlarını izliyor. 

"Bir Bürokratın 24 saati" sergisi için kaleme aldığı "Bürokratikleşene Karşı"da 
"Figürlerin yeniden üretilmişliğinin yanında özellikle resimlerde kullanılan uzayın belirsizliği ve devingen yapısı bilinçdışı bir mekanla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. ... Cemal Erez'in araştırma nesnesiyle kurduğu özgün ilişkiyi ifade yolu olarak seçtiği bu rüya-mekan; bürokrasi kavramının billurlaşmış bir iktidar aygıtı olarak varlığından, en özel içsel mekanizma olarak bir insanın içindeki varlığına giden bu yolculuğu mümkün kılmaktadır." 
diyerek açıkladığı mekan kullanımı 7 Günah resimlerinde de benzer şekilde bulunuyor. Bu mekanların soyutluğu, “rüya-mekanlar” insanın bilinçaltına gönderme yapıyor. Yani bu sahnelerdekiler izleyicinin dışında değil, aslında belki de kendi içimizdeki odalar. Resmedilen yaratıklar bile kendi içimizde devinim halindeler sürekli.
Şimşek de “Yaşamsal akışı mülkiyetin ağırlığıyla donmuş olan mekanlar.” diyerek günah’ın kaynağına daha seküler bir açıklama getiriyor: mülkiyet. Din ne kadar günahtan kaçınmayı öğütlüyorduysa kapitalist ahlak da bir o kadar günaha çağırıyor bireyleri. Dinler, insandaki günahkarlığı dışlayarak toplumu hegemonyası altına alırken, kapitalizm/piyasa ekonomisi insanı günaha davet ederek, günahkar kılarak hegemonya kurmaya çalışıyor.
Hieronymus Bosch, Dünyevi Zevklerin Bahçesi

Cehennem
7 Günah ve onun teşhir salonları bana ilk başta Dante’nin cehennemini çağrıştırdı. Orada Dante’ye Vergil eşlik ediyordu. Burada, koridorda yürürken tek tek kapıları açıyoruz:
"Gizli koridorlardan geçip, reel bir anti-ütopyanın teşhir salonlarına varıyoruz, tedirginlik dolu bir gezi.".
Burada bize eşlik eden, yol gösteren, ressamın kendisi mi yoksa yazar mı?

İlahi Komedya'nın Türkçe çevirisinin önsözünde Dante'nin Cehennemi, dibine doğru inildikçe daralan, iç içe dokuz daireden oluşan bir çukur olarak tasvir ediliyor: 
"Dairelerin her birinde ayrı bir günah işlemiş olanlar cezalandırılır. Aşağıya doğru inildikçe ceza ağırlaşır. Cezayı veren Tanrı değildir. İnsanlar Araf'a, Cennet'e gidebilecekken yaşarken yaptıkları yanlış seçimler sonucunda Cehennem'e gitmişlerdir. Çarpıldıkları cezayı, yeryüzünde sürdükleri yaşamlar kendileri belirlemiştir. Cezanın ağırlığı, işlenen günahın ağırlığı ile orantılıdır."1 
Dante'nin Cehennem'inin aksine, 7 Günah'ta insanlar cezalandırılmıyorlar: 
“Burası bir Cehennem. Ancak işlenilen günahların sonucunda cezaların birer işkence halinde sunulacağı bir yer olarak değil. Olunan hale mahkum kalınan bir yer olarak cehennem. Burada, bu varlıklar için tarihin akacağı bir yer yok. Zamanı olmayan bir haldeler, Onlar artık hep öyleler. Sürekli yok oluş içerisindeler ama asla sonlanmayacaklar.” 
Şimşek'in bu yorumu, Cehennem’in aslında yaşadığımız hayat olduğu fikrini de çağrıştırıyor. Yakın zamanda Sartre’ın dediği “Cehennem başkalarıdır.” ve Hugo’nun dediği “Cehennem yalnızlıktır.” sözlerini düşünüyordum, hangisi doğru diye. Farklı bir açıdan da hem ikisi hem hiçbiri denebilir. Erez'in eserlerinde de Cehennem yaşadığımız hayatta aranıyor, dışsal bir yerde değil.
  
Müzik
Yazıda değinilmemiş ama tabloların çoğunda bir enstrüman var. Bosch'un Bahçelerinde de enstrümanlar var hatta cehennem panosundaki günahkarlardan birinin üzerine notalar bile yazılmış***. Resimlerdeki enstrümanlar rastgele mi kullanılmış, yoksa içlerinde yer aldıkları Günahlarla bir ilişkileri var mı?

İlk resim cimrilikte elektrogitar, üçüncü resim kıskançlıkta klarnet, beşinci resim öfkede kırık bir keman, altıncı tembellikte kontrbas ve kanun görüyoruz. İkinci resim kibirde ana figürün şarkı söyleyen edasından vokal olduğunu çıkarabiliriz. Şehvet'te trompet veya flüt çaldığını düşündüğüm bir figür var enstrümanın kendisi oldukça belirsiz. Oburlukta ise müziğe ilişkin bir imge gözüme çarpmadı. İlk göze çarpan ortak noktalarıysa, kişinin elinde bulunuyorsa bile kimsenin bunları çalıyor olmamaları.  

Sanatçı bunları bilinçli bir anlatım içinde mi kullanmıştır yoksa günlük hayattan nesneler olarak mı yer vermiştir emin olamamakla birlikte, kendi kişisel tarihinden bu günahlara yakıştırdığı sesler olduğu varsayımında bulunuyorum. Bende uyandırdığı yansıma ise, bu müzik aletlerinin karakterleriyle içlerinde yer aldıkları günahların bir uyum içinde olduğu. Elektrogitar, 20.yyın ikinci yarısında ortaya çıkmış, bir nevi endüstrileşmenin simgesi ve oldukça gürültülü bir alet. Cimrilikteki eli sıkılık ve sahip olduklarını kendine saklama, paylaşmama güdüsünü diğer tüm enstrümanları bastıracak güçteki elektrogitarla benzetebiliriz: "Tüm müzik benim". Kibirde, kişinin kendi düşüncelerine ve görüntüsüne hayran olmasını tamamlar şekilde kendi sesine hayranlığının bir göstergesi olabilir. Klarnet, hem batı hem doğu müziğinde de kullanılabilen, ancak daha ziyade üflemeli bir çalgı olmasıyla tanımlanabilecek bir enstrüman olarak, diğer insanlara duyulan kıskançlıkla tüm nefesiyle klarneti üfleme eyleminin benzerliği üzerinden okunabilir. Öfke tablosundaki kırık keman yoruma çok da gerek bırakmadan kendini ifade ediyor: yumuşak ve içten müziğin kabalıkla ve baskıyla susturulması. Tembellikte kanun ve kontrbas olarak hem doğu müziğine hem batı müziğine ait iki enstrümanın olması, belki de tablodaki uyku ve rüya görme olgusuna referans veriyor: Rüyaların gerçeküstü müziğini bu iki ilgisiz enstrümanın birlikteliği tasvir ediyor. Şehvette yine üflemeli bir enstrüman olarak, herkesin birbirine ağzıyla uzandığı bu tabloda, ağızla çalınması nedeniyle yer alıyor olabilir. Oburluk resminde hiçbir enstrüman olmaması, acaba vardı da onu da yediler mi diye düşündürüyor.

Kıskançlık, Cemal Erez, YKY Kültür Sanat


İçerisi/Dışarısı
Burası bir hapishane. ... Dışarıyı bir ihtimal olarak bulundurmayan bu yaratıkların başka bir dünyayı arzular halleri yok.” demiş Şimşek teşhir salonları için. İçerisi hapishaneyse, dışarıda başka bir dünya, başka bir hayat mümkün. 
 
Bu durağanlık, düzenin parçası olma ve alternatif aramama hali de bir nevi cehennem. Ursula Le Guin'in Mülksüzler kitabı da bu analojiyle başlar, Anarşist Anarres gezegeninde tüm gezegenle uzay roketi sahasını ayıran bir duvardan başka hiç sınır yoktur. Ama içerisi duvarın bu yanı mıdır, diğeri mi diye sorgulanır.

Benzer eleştiri "Bürokratikleşene Karşı" yazısında da yapılıyor. Var olan düzeni sorgulamadan onu olduğu gibi devam ettirme şeklinde yorumlanabilecek bürokratizmin muhafazakarlığı sandığımız gibi bizim dışımızda mı?
Yok oluşlarından başka varolma halleri olmayanların sonsuz kederlerinden dışarı çıkamayışları ile yüzleşiyoruz.
 derken kastedilen sonsuz kederle kendi içimizde tanımlanamayan varoluş hali benzeşmiyor mu?
Yazının devamında Şimşek bu soruna daha farklı bir açıdan da değiniyor:
"Eserlerin izleği, sanatçının kesin olarak bildiği ve içinde tanıdığı toplumsal tarihsel olgular ile tasarlanmış. İzleyiciye doğru dönen eleştiri köprüsü de bu sınırlar göz önüne alındığında anlam kazanmaktadır. Dışarıdakilerden bahsedilmemesi, dışarıdakilerin "Günah"sızlığından değildir. ... içeridekileri içine alan bir sınır var ise, bu sınır dışarıdakileri de dışarıda tutacaktır."

Mağaralar
"Sahnelerin içerisinde dolaştıkça, sakin geçecek bir kız gezintisi şeklinde planlanmış yolculukta, unutulan, yok sayılan ve yanlışlıkla keşfedilen mağaraların içlerinde olanlara tanık olmanın ürküntüsü takip ediyor izleyicileri."
Yazıda okuyana kadar bazı tabloların mekanının mağara olduğunu fark etmemiştim. Platon'un mağarasında, dışarıdaki nesnelerin içerideki duvara yansıyan gölgelerini gerçek hayat zanneder içeridekiler. Resimlerdeki bu mağara alegorisi sayesinde izleyici bu tablolara mağaranın dışından tuzu kuru bir şekilde bakarken içeride gölgelerle yaşayan ve dışarıdaki dünyanın farkında olmayan zavallılarla arasına bir mesafe koyuyor. İçeridekilerin gerçekten dış dünyanın farkında olmadıklarından mı yoksa bilerek mi gölgeler dünyasında kaldıklarından emin değiliz.

Bazı izleyiciler ise bu mağaraları, zihinlerinde henüz belki kendilerinin bile keşfetmediği veya yüzleşmekten kaçındığı kendi gölgeler dünyası olarak görüp eleştiriyi kendine yöneltiyordur. (Karanlığın en koyu olduğu anın güneş doğmadan hemen öncesi olması gibi, Dantevari şekilde kendi zihninin mağaralarını keşfederek dışarı çıkma yolunda ilk adımı atan bu izleyiciler için oldukça zahmetli ve uzun olacak yolculuklarında güç diliyorum.)


Biçim
Serkan Şimşek eser incelemelerinde figürlerin, formların, dinamizmin, perspektif kullanımının sentezindeki kaynakları başarılı şekilde özetliyor. Mekan kurgusuyla bilinçdışının ilişkilendirilmesi bu başlıkta da karşımıza çıkıyor:
"Figürlerin çerçeveye yerleşimindeki hiyerarşisiz düzen, bilinçdışının mekan kurgusudur. Ressamın izleyiciye sunduğu zaman ötesi bu mekanlar, bir başka açıdan bakıldığında insanlığın imgesel rahmini** işaret etmektedir."
Şimşek, sosyal gerçekçiliğin yalnızca realist biçemle sınırlı olmadığını, her bir tabloyu ayrı ayrı ele alarak yaptığı analizlerle gösteriyor. Bürokratikleşene karşı yazısından alıntılayacak olursak:
"Çoğulcu akımların farklı özelliklerini kendi tezgahında oldukça kişisel bir yolla sentezleyen ve girdiği her kapıdan kendi oluşturduğu biçimsel ifadenin ihtiyaçlarına cevap oluşturacak bir takım özelliklerle çıkmayı başaran bir sanatçıdan bahsediyoruz. Ancak Cemal Erez'in eserlerini anlatan en yakın konumlandırma sosyal gerçekçiliktir. Sentez, bu tutumun özgün ve kişisel tezgahında örülmektedir. ... Cemal Erez tarihsel bir tartışmada sahne alarak, toplumcu eğilimlerin estetik ifade biçimi olarak akademik gerçekçilikten uzaklaşamayacağı ya da uzaklaşmaması gerektiği yönündeki indirgemeci yaklaşımlara cevap vermektedir."
Resmedilen yüzlerdeki ifadeleri çok beğendim, öyle ki modelden çalıştıysa yüzü bu günahlarla yaşayacak olan model ben olmak istemezdim gibi geliyor.

Yazarın figürlerdeki ifadeye dair cümleleriyse bence hem dili hem içeriğiyle yazının zirvesini oluşturuyor:
"İlişkilerin asıl gerçekliğinin izini süren ressam, bu gerçekliğin derinlerine nüfuz etmesini sağlayacak olan formu cesaretle araştırmaktadır. Bir ezbere uymaktan ziyade içeriğine uygun olan biçimin kendisini bulmasına fırsat tanımaktadır. Çağrışımların arkasına saklanma kolaycılığı yerine doğrudan göstermenin biçimin aramaktadır. Kendini tüketen bir uygarlığın kendini yiyen varlıkları resmedilmektedir. Yüzlerde mutluluk ya da bir diğerini bağışlama yok. Dirençsizler. Ama yıldırılmış olmaktan çok, kendi günahlarının sonuçları gibiler. Figürler kendilerini aramaktan çok, hiçbir farkı olmayan bir diğerine dönüşüyorlar. Halinde tam olana rastlamıyoruz. Bir arayış ya da yanılgıyı düzeltme iradesi olmadan dönüşmekteler. …. Canlı birer ceset olarak çirkin öz formlarına kavuşmuş durumdalar.”
Yazıda her bir günahla resimler arasında kurulan benzerlikler de oldukça aydınlatıcı. Ben de resimlere baktığımda kendi kişisel tarihimdeki farklı eserleri çağrıştırdılar.

Gerçeküstücülükle burjuvazi eleştirisini birleştiren sahneler Luis Bunuel’in “burjuvazinin gizemli çekiciliği” filmini çağrıştırdı. Sosyal gerçekliği kalıplaşmış yöntemlerle değil de kendine has bir üslupla veren biri denilebilir mi onun için de?

Resimlerde, Şimşek'in de dikkat çektiği şekilde bir devinim ve döngüsellik göze çarpıyor. Yalnız bu devinim bir başka yere götüren değil ancak kendini olumlayarak yeniden var eden bir hareketi ortaya çıkarıyor:
"Bulundukları duruma yabancılaşan bu yaratıklar nereden geldiği ve nereye varabileceği belirsiz olan oluşlarında sadece savrulmaktadır. Resimlerde farklı derecelerde beliren, kendi çevresinde dönen dairesel hareket sonsuza kadar devam edecek gibidir. Başlangıcı olmayan bu hareketin tarihi de yoktur. ... Sergide, öz olarak öznesizleştirilmiş sahnelerle karşı karşıya geliyoruz."
Kıskançlık tablosundaki mekanın perspektifini Boris Vian’ın Günlerin Köpüğü kitabının bendeki baskısının kapağına benzettim, sürrealist olmalı o kitap da. Filmi de çok güzel, tavsiye ederim. 

Oburluk, Cemal Erez, YKY Kültür Sanat
 
Oburluktaki sarma, dolma, karnabahar gibi yiyeceklere baktıkça tedirginlik hissi değil de gülme hissi geldi! Sanki bir katolik kilisesi duvarında insanın günahkarlığını anlatan korkutucu bir resim var ama resimde yaprak sarması var, sarma nasıl günah olabilir :)

Tembellik, Cemal Erez, YKY Kültür Sanat
Tembellik, Cemal Erez, YKY Kültür Sanat

Tembellik sahnesi için yazıda geçen “kendi kararlarıyla uyumamışlar da daha çok uyutulmuşlar gibi bir halleri var” ifadesi bana Bruegel’in Esriklik Diyarı resmini çağrıştırdı. Hem içerik hem figürlerin yerleştirilişi açısından.
Pieter Bruegel, Esriklik Diyarı

Şimşek'in şehvet tablosunda "çıplaklık var ama tatmin yok" yorumunu çok beğendim; “tatmine ulaşmayı değil, ulaşmayı engelleyen”. Zaten günümüzün tüketim toplumunun özeti bu değil mi? Figürlerin ağızlarının birbirlerine ve nesnelere uzanıyor oluşu dikkatimi çekmişti ama anlamlandırmamıştım: “ağız ile arzu nesnesine ulaşma çabası sadece diğerini yok etmek için”.

Cemal Erez, Şehvet (Lüksür), YKY Kültür Sanat
                                                               Cemal Erez, Şehvet (Lüksür), YKY Kültür Sanat


Yüzlerin düşündürdüğü başka bir olguysa acıyla hazzın arasındaki çizginin inceliği. Resimlerdeki "yaratıklar" günah olarak nitelenen hazlarının peşindeyken içten içe acı da çekiyorlar. Ancak çektikleri acı, arzularının peşinden gitmelerini engellemiyor ve aynı döngüye dönmelerini durduramıyorlar. 

Hazır bugünlerde her şeyi sorgularken, değişmesini istediğimiz biraz da bu değil mi?

Eleştirinin Eleştirisi

Cemal Erez'in 7 Günah resimleri, izleyiciyi insan zihninin derinliklerinde, ya da başka bir bakışla cehennemin katlarında dolaştırırken Serkan Şimşek de bize bu yolculukta eşlik ediyor. Eserle izleyici arasında yer alan eleştirmen, adeta alımlayanın zihninde onları yeniden üretiyor. Sanatçı açısından da bir nevi alımlayıcının yerini alarak eserlerini yeniden düşünmesini, belki de zihninde yeniden konumlandırmasına yol açıyor. Eleştirmenin 7 Günah tablolarını alımlayışı, bize bu resimlere bakışta yeni bir kapı açarak düşüncelerimizi zenginleştirirken izleyiciyle sanatçı arasında bir köprü de kuruyor. İzleme deneyimini baltalama ihtimali de olabilen eleştiri, Şimşek'in yazısı özelinde bu deneyimi derinleştiriyor, yeni fikirler ekliyor. 

Dördüncü bir göz olarak eleştirinin eleştirisi ise bu ilişkiye yeni bir boyut ekleyerek denklemleri çoğaltıyor ve eleştirmenin kendi alımlamasını yeniden düşünmesini sağlıyor. Benim açımdan da eleştirinin eleştirisinin, kendi müzik eleştirilerime dışardan bakabilme fırsatı sağlayarak yeni bir kapı açtığını söyleyebilirim. Müzikte, resimden farklı olarak besteciyle dinleyici arasında nota yazısı ve yorumcu gibi iki boyut daha eklendiği düşünülürse, müzik kritiğinin çok katmanlı yapısı ve eleştirinin çok daha derinlikli yapılması gerektiği sonucu çıkıyor.


Dipnotlar

*Aynı serginin diğer bölümü "Bir Bürokratın 24 Saati" aynı katalogda yer almakta olup Serkan Şimşek'in bu bölüm için de "Bürokratikleşene Karşı" adlı yazısı bulunuyor.

**“insanlığın imgesel rahmi” çok çarpıcı, etkileyici bir ifade. Sırf bunu bile düşüne düşüne bitiremez insan

***Bosch'un resimlerinde yazılan notaların bazı seslendirme denemelerini Youtube'da bulabilirsiniz.


Kaynaklar:

1. Rekin Teksoy, Önsöz, İlahi Komedya, Dante, çev. Rekin Teksoy, sy19, Oğlak Yayıncılık, 1998.

2. Serkan Şimşek, Yedi Günah'ın Teşhir Salonları, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, Mayıs 2018.

3. Serkan Şimşek, Bürokratikleşene Karşı, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, Mayıs 2018.





Thursday, April 2, 2020

Toprak, Su, Hava, Ateş

14 Mart akşamı Jerfi Aji'nin Moda All Saints Kilisesi'nde gerçekleşen piyano resitali, tüm karşı ihtimallere rağmen tarihi bir olay olarak konser dinleyicilerinin aklına kazındı. İstanbul Filarmoni Derneği konser serisi kapsamındaki bu konser, Derneğin "Müzik Yaşamdır"sloganının altını dolduran bir manifesto gibiydi.


İnsanların toplumsal bir histeriye doğru çekildiği bu günlerde; Piyanist Jerfi Aji "çok zor bir karar oldu ama resitali yapıyoruz. kimseye gelin bekliyorum diyemem ama ben orada olacağım ve 1 saatliğine de olsa gelenleri düşsel bir yolculuğa çıkarmayı amaçlıyorum elimden geldiği kadar." diyerek duyurdu bir gün önce konserini. Bilenler bilir, Şostakoviç de yedinci senfonisini ikinci dünya savaşında Leningrad kuşatma altındayken yazmış ve inanılmaz zor koşullarda düzenlediği konsere Leningrad halkı yine inanılmaz zor koşullarda (şehir bombardıman altındayken) katılmış.

Bu tarz olağanüstü dönemlerde futbol maçlarından, kalabalık kongrelerden, öğrencilere ve çalışanlara izin verilmesinden önce ilk iptal edilenin (hatta çoğu zaman tek iptal eilenin) konserler olmasına dair itiraz eden görüşler nicedir var ve bir karşılık da bulmaya başladı diye düşünüyorum. Yine de bir çok Kurum en az bir aylık konser programını iptal ederken Jerfi hocanın bu kararında kuşatma altındaki şehir halkına motivasyon ve güç aşılamaya çalışan Şostakoviç yürekliliği gördüğümü söylemeliyim. (elbette kendini risk altında gördüğü için ne kadar konser yapılması kararını desteklese de gelememiş insanlar olacaktır hem kendini hem diğer izleyicileri korumak için, bu da oldukça saygı duyulacak bir davranış) 

Jerfi Aji'nin Debussy ve Skryabin'in eserlerinden oluşan "Toprak, Hava, Su, Ateş" temalı resitali, başlığıyla bile o kadar heyecan uyandırıcıydı ki normal şartlarda bir gün önce bilet bulmayacağımı bildiğim için (bu hafta sonu gitmem gereken iş seyahati de iptal edildi o yüzden bilet son ana kaldı) gidemezdim bile. Durumun olağanüstülüğünü bu bakış açısından da yorumlayabiliriz.

Tam da insanın doğayla mücadelesinde kantarın insan lehine çok kaçtığını düşünürken müzikle doğayı; insanı da var eden en temel elementleriyle sorgulaması da bu konseri özel kılan özelliklerdendi. Bu akşam, insanın özellikle sanayi devrimiyle birlikte son birkaç yüzyılda doğanın dengesine yaptığı müdahale için bir özür dileme, hepimiz adına bir netamet getirmeydi belki de. Tam da 20 yy. başlarında bu değişime/müdahaleye kendi yaşamları içinde tanıklık edebilmiş (kapitalizm, emperyalizm ve toplumsal histerinin Birinci Dünya Savaşı'na ve nice yıkımlara yol açtığı döneme) ve belki de dönemin ruhunu müziklerine bu denli sağlam yansıtabildikleri için bu kadar beğenilen bestecilerin seçilmiş olmasının da programı bu tarihselliği yansıtması anlamında çok başarılı kıldığını düşünüyorum. 

Programın ilk bölümü bu çerçevede, yüzü bir nebze daha ışığa dönük Fransız besteci Claude Debussy (1862 - 1918) ile başladı. "Toprak ve Su"ya ayrılmış bu yarıda ilk olarak 3 bölümden oluşan 1903 tarihli "Estampes" ("Gravürler") CD108, L100 eserini dinledik. Jerfi Aji eseri çalmadan önce yaptığı Sesli Program Notları Sunumunda, o dönem popüler olan "Japonizm" akımının gravürlerine ve kartpostallarına benzer şekilde 3 farklı ülkeden/şehirden sahnelerin anlatıldığı bu eserlerin -Debussy kendini hiçbir zaman bu sıfatla anmasa da- tam bir empresyonizm örneği olarak görülebileceğini belirtti.


İlk bölüm Si majör "Pagodalar", Doğu Asya'ya özgü, katmanlı çatılarının eğimiyle dikkat çeken tapınaklarla aynı ismi taşımaktadır. Debussy, bu parçanın tonal ve melodik çizgisindeki inici-çıkıcı eğimle bu tapınakların çatıları arasında bir benzerlik kurmaktadır.

Besteci, 1889'da Fransız Devrimi'nin 100. yılı kutlamaları kapsamında (daha sonra da 1900 yılında) gerçekleşen Paris Uluslararası Sergisi'nde izlediği Java grubunun (günümüzde Endonezya) Gamelan müziğinden oldukça etkilenmiş ve farklı kültürlerin müziklerine ilgi duymaya başlamıştı. Gong gibi çeşitli perküsyonların ve armonide pentatonik gamların ağır bastığı gamelan müziğinin etkisi, Jerfi Aji'nin duru ve ustalıklı çalışıyla bu parçada da duyuluyordu.

İkinci bölüm "Granada'da akşam"da, müzik bizi İspanya'nın güneyinde Endülüs bölgesinde Sierra Nevada dağlarının eteklerindeki Granada şehrine götürdü. Bizet'nin hiç İspanya'ya gitmeden Carmen operasını bestelemesi gibi, Debussy de günübirlik bir gezi dışında İspanya'ya hiç gitmemiş. Ancak bu ülkeyi öyle yerinde tasvir etmiş ki, büyük İspanyol besteci Manuel de Falla bu parçayı "takdire şayan" olarak nitelendirmiş. Makamsal armonilerin ve gitar üslubunun kullanıldığı bu parçaya, Küba kökenli bir dans olan Habanera ritmi hakim. Dinlerken de sanki bir dans gecesini izleyen kişiler olarak bazen uzaktan bir müzik sesi duyuyormuşuz, bazen yakınına gidiyormuşuz gibi şarkının uzaklaşıp yakınlaştığını canlandırabildik zihnimizde. Tüm bu etkiyi verebilmek, nüansların ve dinamiğin çok iyi kullanılmasıyla mümkün olabilir; All Saints'in piyanosu da bu olanaklar açısından kısıtlı olmasına karşın Jerfi Aji'nin onu adeta Steinway çalıyormuşçasına ehil edişine hayran kalmamak elde değildi.

Gravürlerin üçüncü parçası "Yağmur altında bahçeler"in, Debussy'nin de doğum yeri olan Fransa'nın Kuzeyindeki yağmurlu Normandiya bölgesinde geçtiği düşünülüyor. Sert bir fırtına tasviriyle başlayan parçada, Fransız çocuk şarkılarından "Nous n'irons plus au bois" ve "Dodo, l'enfant do"dan alıntılar duyduk (belki de Debussy'nin çocukluğundan ezgilerdir bunlar). Parça, kara bulutların dağılmasıyla güneş doğmuşçasına aydınlık bir şekilde sonlandı. Aji'nin, özellikle çeviklik isteyen bu bölümü ne kadar zahmetsizmişçesine çaldığını görünce ve dinleyenleri hikayenin içine nasıl kolayca çekebildiğini düşününce, hocalığın yanı sıra düzenli çalışan ve sınırları zorlayan bir piyanist olduğu ortaya çıkıyor.

Jean Antoine Watteau, L'embarquement pour Cythère

Debussy'den ikinci olarak, yine 1903-4 yıllarında yazdığı CD 109, L. 106, numaralı "L’isle joyeuse (Mutluluk adası)" adlı eseri dinledik. Fransız Barok dönem ressamı Jean-Antoine Watteau'nun L'Embarquement pour Cythère (Kitara adasına yolculuk) isimli resminden esinle yazılmış bu parçada, var olmayan bir mutluluk ve haz alemine yol alacak bir geminin usulca hareketini, dalgalandıracağı suların ışıltısını, huzur içinde, gerçekliğin tüm ağırlığından sıyrılarak hafifleyen yolcuların heyecanını ve aşkla ve kardeşlikle ördükleri yeni hayatlarının hayalini duyarak adeta biz de bu şanslı gruba dahil olduk. 

Konserin Aleksandr Skryabin'e (1872 - 1915) ayrılan ikinci yarısı, "Hava ve Ateş" temasını taşıyordu. Jerfi hocanın anlatımıyla; Debussy'den on yaş genç olmasına karşın üç yıl erken, 43 yaşında, üst dudağındaki basit bir sinek ısırığı yarasının yol açtığı enfeksiyon sebebiyle trajik şekilde yaşamını yitiren Skryabin, aynı zamanda Rachmaninoff'la da aynı yıllarda Moskova konservatuarında okumuş. Mistisizm, Hinduizm, sembolizm gibi akımlardan ve Nietzsche'nin düşüncelerinden etkilenmiş, sahip olduğunu belirttiği Sinesteziden (renk ve müziğin aynı duyumsanması) de beslenerek kendine has bir doktrin benimsemiş. Öyle ki "Ben Tanrı'yım!" diye açıklama noktasına gelmiş. Himalaya Dağlarının eteklerinde en az bir hafta süresince performe edilecek ve "kıyamet"e sebep olarak yeni bir dünyanın doğuşunu müjdeleyecek, tüm sanatların ilahi bir sentezi olan devasa bir multimedya eser olarak kurguladığı "Mysterium" isimli yapıtını tamamlayamadan hayata veda etmiş.

1880'lerde Zverev'in öğrencileri.  Soldan ikinci, askeri üniforma içindeki Skryabin.
Sağdan dördüncü Rachmaninoff. Kaynak: wikipedia.

Programın ikinci bölümü, Skryabin'in 3 döneme ayrılabilecek yaratı döneminin "erken romantik" olarak nitelendirilebilecek ilk evresine ait Op.28 numaralı Si minör Fantazi (düşlem) ile başladı. Genellikle serbest formda yazılmasına alıştığımız fantazilerin aksine katı bir forma sahip olan bu parçayı piyanistin, forte pasajlarda bile melodinin duyulmasını sağlayarak ama kuvvet ve hızdan da ödün vermeden çalışını seyirciler olarak biz de nefeslerimizi tutarak dinledik.

Bestecinin ikinci ve üçüncü yaratı dönemlerinin geçiş noktasında duran Fa# majör Op. 53, 5 Numaralı Piyano Sonatı için ünlü piyanist Sviatoslav Richter "piyano repertuarının en zor eseri" demiş. Yaklaşık 13 dakika süren bu parça gerçekten de hem teknik hem yoruma yönelik güçlüklerle dolu. Notalarda belirttiği notlarında "Impetuoso. Con Stravaganza", "languido", "con voglia", "accarezzevole", "imperioso", "quasi trombo", "presto tumultuoso esaltato", "con una ebrezza fantastia", "vertiginoso con furia", "estatico" gibi alışılmadık direktifler vererek hem icracıya değişik kapılar açıyor hem de önüne aşılması güç engeller koyuyor. Göğe yükselme, aşkınlaşma (transcendence) gibi öğeler barındıran bu sonata Skryabin, Esriklik Şiiri (La Poeme de L'extase) isimli şiirinden bir kıtayı eklemiş*:

"Sizi yaşama/ölümlülerin alemine çağırıyorum, gizemli güçler !
Belirsiz derinliklerinde boğuldunuz yaratıcı ruhun
Yaşamın utangaç gölgeleri
Size korkusuzluğu getiriyorum."

Jerfi Aji, tüm bu güçlüklerine rağmen ne yaptığını bilen, kendinden emin çalışıyla eserin tam anlamıyla hakkını verirken, adeta müziğin öte dünyadan çağırdığı güçlerin üstünde yükseldi!

Konserin son parçası, bestecinin ölümünden bir yıl önce, 1914 yılında bestelediği Op. 72 numaralı Poème “Vers la flamme” (Şiir, “Aleve doğru”) idi. Skryabin bu parçaya, alevlerin tüm Dünyayı yutacağı ve insanlığın daha üstün şekilde yeniden doğacağına dair bir kıyamet senaryosu denilebilecek şiirini de eklemiş*:

"Zaman melankolik, hapsedilmiş,
Maddenin derinindeki karanlık ve gölgelerde
Piramit dağı, devasa ağırlığıyla,
düşüncenin ilerlemesini peşini bırakmayan bir rüyaya dönüştürmüştü

Yer altının gizemli mezarlarında, büyülü sembollerin gücü uyuyordu.
Ve gizemli uçurumlarda huzursuzluk doğdu.
Işıltısıyla maskelenen neşe, maddenin uyuyan kütlelerini canlandırdı
Bilinç ve irade yaşama döndü

Derinliklerden gelen yanan arzuların akımları ışığa doğru koştu
Dünya üzerinde parladı ışınları
Evrenin bedeninden ayrılmış çocukları dansa ilham verdi
Gösterişli düşüncelerin akışı ve yıldırım benzeri düşüncenin parlamaları
gezegeni parça parça deldi

Son ırkı düzensiz bir neşe kucaklamıştı
Dünyevi insan ölümsüz bir Tanrı'ya dönüştü !
Yok oluşun ve doğumun akorları ışığın parlayan aydınlığında zaferle yankılandı
Ve Kutsal Başkalaşımın saf alevi evreni kucakladı
Yeni dünyanın gizemli görüntüsü Sonsuzlukta hafifçe ışıldadı ... "



Yalnızca iki notayla durağan şekilde başlayan parça, yavaşça derinlerden yükselerek çeşitlenmeye, hızlanmaya başlıyor. Ritmik değişikliklerin birbirine karışarak yarattığı gerilim ve en sonda tremololar ve tüm orkestral öğelerin katılmasıyla adeta ısınarak patlayan dünyayı tasvir ediyor !

Dinleyiciyi adeta Dünyanın sonuna götürdükten sonra Bis için tempoyu biraz düşürerek, yine Skryabin'den, Op.9 No.2 sol el için Nocturne'ü seslendirdi. Tüm eserleri olduğu gibi bunu da ezberden çaldı (eskiden ezberden çalmak bir norm olmasına karşın günümüzde takdir edilesi bir özellik bence).

Jerfi Aji'nin ara vermeden 1 saat 15 dakika süren performansı, önemli tarihsel alt metinleri, üst düzey yorumculuk gerektiren özellikleri ve teknik zorluklarıyla öne çıkan parçaların üstesinden ustalıkla gelerek dinleyiciyi de hiç yormadan müziğin içine çekebilmesiyle inanılmazdı. Uzun süredir hem program hem de performans açısından izlediğim en doyurucu konserdi demem hiç de abartı olmayacaktır. Belki bir süre daha, fiziken aynı havayı paylaşarak izlemiş olacağım son konser olduğu için de hiç pişmanlık duymadığım, bundan sonra yapacağı konserleri de ilgiyle takip edeceğim Jerfi Aji'yi bir kere daha tebrik ve teşekkür ederim.


*Rusça orjinalden Fransızca'ya yapılan çeviriler Türkçeleştirilerek verilmiştir.

Saturday, January 18, 2020

İstanbul Avrupa Korosu ve Camerata Barok İstanbul'dan Görkemli Bir Konser

İstanbul Avrupa Korosu ve Camerata Barok İstanbul'dan Görkemli Bir Konser


16 Ocak akşamı, Moda Assomption kilisesinin duvarları, Barok ve Klasik dönemin görkemli eserleriyle yankılandı. İstanbul Avrupa Korosu ve Camerata Barok Istanbul topluluklarının solist şarkıcılarla seslendirdiği üç eser, dışarıdaki dondurucu soğuğa karşı, Fransız Katolik Kilisesi’nin sıralarını dolduran müzik severlerin içini ısıttı. Bu çok özel konserin ev sahipliğini 1860’lı yıllarda inşa edilmiş ve tam adıyla Notre Dame de L’Assomption (Muhterem Validemizin (Meryem Ananın) Göğe Yükselişi) Kilisesi gerçekleştirdi.
​​
Konserin ilk eseri, W.A.Mozart’ın babası olarak tanıdığımız, aslında kendisi de besteci, şef, müzik öğretmeni ve kemancı olan ve Salzburg sarayında görev yapan Leopold Mozart’ın (1719-1787) Do Majör Missa Brevis (K.115 ; K⁶.166d) adlı koraliydi. 1771 yılında yalnızca Kyrie, Gloria, Credo ve Sanctus bölümleri bestelenen missanın Benedictus ve Agnus Dei bölümleri sonradan tamamlanmış. 4 ses ve org için yazılan bu eserin ilk olarak oğul Mozart’a ait olduğu düşünülse de sonradan bu fikirden vazgeçilerek Leopold’e hakkı teslim edilmiş. Yaklaşık on dakika süren bu eserle İstanbul Avrupa Korosu, Lena Şenol’un elektronik piyanoyla gerçekleştirdiği org eşliği ve şef Paolo Villa’nın yönetimiyle, göz dolduran bir performansla açılış yaptı. 

Resim

1960’ların başında “Deutcher Singkreis” (Alman Korosu) adı altında İstanbul’un Alman cemaati tarafından kurulan ancak 1991’de bir grup Fransız koristin de katılmasıyla “İstanbul Avrupa Korosu” olarak yeniden adlandırılan İAK, İstanbul’un en eski amatör çok sesli korosu olarak bilinmektedir. Farklı kültürlerden, yaş gruplarından, mesleklerden, dinlerden ve etnisiteden oluşan yetmişe yakın üyesiyle, İstanbul’un özgün, çok-kültürlü dokusunu yansıtan bağımsız, kar amacı gütmeyen bir topluluk olma misyonunu benimsemiştir. Türkiye’de bir çok eserin prömiyerini gerçekleştiren İAK’nin 2010’dan bu yana korrepetitörü Lena Şenol olup 2018 yılından beri de şefliğini Paolo Villa üstlenmiştir.

İkinci eser, Joseph Haydn’ın (1732-1809) Te Deum’uydu (Hob.XXIII c:2). 1800 yılında yazılarak Avusturya Macaristan İmparatoriçesi Marie Therese’e ithaf edilmiş Do major tonundaki eser, Allegro, Adagio ve Allegro Moderato bölümlerinden oluşuyor. Haydn’ın bu eserinde Gregoryan ezgisi Te Deum kullanılıyor ve solist bölümü bulunmuyor. Camerata Barok Istanbul ile koronun birlikte, klasik dönemde popüler olan büyüklük duygusunu ve dev yapılı orkestra ve koroları yansıtan görkemli bir performans gerçekleştirdi.

Camerata Barok Istanbul Orkestrası, 2011 yılında kurulduğundan bu yana, gerçekleştirdiği özgün konserlerle Türkiye’de Barok müzik konusunda önemli bir yer tutmaktadır. Her biri kendi alanında ustalaşmış müzisyenlerden oluşan topluluk bu akşamda 12 kişiden oluşan kadrosuyla yer alıyordu. Topluluk, Trompet ve Timpani gibi enstrümanların da yardımıyla, Haydn’ın Te Deum’unun gösterişini başarılı şekilde ortaya çıkardı.

Üçüncü ve son eserde, Haydn’ınkinden bir yüzyıl daha eskiye giderek, Marc Antoine Charpentier’in (1643-1704) H.146 numaralı Re major Te Deum’unu dinledik. Charpentier’nin 1688-1698 yıllarında Grand Motet olarak bestelediği ve Eurovizyon yarışmasının açılış müziği olarak da hatırlanabilecek bu eserde koro ve orkestraya solistler de eklendi. Soprano Bezmi Hazal Ekşi, Alto Seda Taşpınar, Tenor Volkan Çelik ve Bas Atilla Gündoğdu ile birlikte sahnedeki seksenin üzerindeki müzisyenin seslendirdiği bu coşkulu eser Kiliseyi dolduran tüm dinleyiciler tarafından beğeniyle alkışlandı.

Ceren Tosun

Bu yazı, Koro Kültürü Derneği'nin Mart 2020'deki 17. bülteninde yayınlanmıştır.
http://www.korokulturu.org/

Tuesday, January 14, 2020

Bir orgun yeniden doğuşu

Büyükdere Santa Maria Kilisesi'nin neredeyse yüz yıldır sessiz kalmış orgu, yeni yılın ilk Pazar'ında düzenlenen konserle onlarca yıllık sessizliğini bozdu ve adeta yeniden doğdu! Beklenmedik şekilde bastıran yağmura, rüzgarlı ve soğuk havaya rağmen bu tarihi anı kaçırmak istemeyen İstanbullu müzikseverler, İtalyan Konsolosluk temsilcileri ve Latin Katolik Kilisesi'nin üst düzey temsilcilerinin sıraları doldurduğu akşam, oldukça başarılı geçti. 

Org çalan kadın ve eroslar, Büyükdere Santa Maria Kilisesi'nin girişi, sağ üst duvar
İstanbul Pipe Organ Team tarafından 2019 yılının sonbahar aylarında tamir ve bakımı gerçekleştirilen 1896 tarihli Avusturya-Macaristan menşeili Gebrüder-Rieger org (Op.518), (İstanbul Pipe Organ Team'in instagram sayfasından alıntıladığım bilgilere göre) ilk olarak, Harbiye'deki Fransız Lisesi'nin şapelindeki ayinlerde çalınmak için yapılmış. Kilise korosuna ve derslerde öğrencilere eşlik için kullanılmış olması da oldukça muhtemel.  Lise'ye daha büyük bir şapel yapılarak yeni bir Cavaille-Coll markalı Fransız orgunun getirilmesi sebebiyle ise 1914 yılında söküldüğü düşünülüyor. İçine yazılan notlardan, 1919'da yeniden birleştirildiği, 1921'de ise tekrar sökülüp birleştirildiği öğrenilmiş ancak bunların sebebine ilişkin bir bilgiye ulaşılamamış. Henüz akıbeti kesin olarak bilinemese de orgun 1914 yılında Santa Maria'ya getirildiği düşünülüyor. 

5 Ocak 2020 Santa Maria Kilisesi Konser Programı
Principal, Rohrflöte, Salicional, Octava ve Dulce'den oluşmak üzere yalnızca 5 register'ı olan, pedal bulunmayan ve tek klavyeden oluşan bu mütevazi orgun çoğu enstrümanda bulunmayan olumlu bir özelliği ise transpoze edilebilir olması. Öğrenci eşliğinde kullanılma öngörüsüyle klavyenin yarım/tam ton aralıklarla tiz veya pese kaydırılabilmesi, bu konserde dinlediğimiz gibi vokal veya nefesli enstrüman eşliği için onu çok avantajlı kılıyor. Gerek performans, gerek prova ve akortlarda oldukça güçlüğe yol açan olumsuz bir özelliği ise borulara iletilecek havayı biriktiren körüğün kas gücüyle doldurulmak zorunda olması. Günümüzde çoğu orgda  motor bulunmakta olup elektrik gücüyle körüğe hava üflenirken, bu Rieger'de çalanın iki ayağıyla pedallara basması ya da yanda bir yardımcının hava basmasıyla körük doldurulabiliyor. Tüm bu detayları ve orgun yeniden doğuşunun hikayesini ekibin youtube sayfasındaki videoda izleyebilirsiniz.

İstanbul Pipe Organ Team tarafından Büyükdere Santa Maria Kilisesi işbirliğiyle düzenlenen konserde orgun (Tarkan Şendal) yanı sıra, soprano Çağıl Aydın ve İDSO obua sanatçısı Damla Tunçer yer alıyordu. Hem Türkçe hem de İngilizce olarak açılış konuşmasını yapan Peder Martin Kmetec, Fransisken cemaati adına misafirlere hoşgeldiniz derken, "Tanrı sessizliktir, müzisyenler bu sessizliği anlayıp müziğe dönüştürüyor. Uzun zamandır buradaki org sessizdi, bugün ilk kez konuştu." diyerek çalışmaları için Pipe Organ Team ekibine şiirsel bir dille teşekkürlerini sundu. Ardından, her yönüyle bu konserin gerçekleşmesini sağlayan, ekibin kurucusu Tarkan Şendal bu orgla yaptıkları çalışmalardan bahsetti ve "Kilise'nin güzel akustiği, orgun katılmasıyla daha da güzelleşti ve tamamlandı. Org, diğer enstrümanlardan farklı olarak, birçok enstrümanın sesini verebilir, bu yüzden cennetin güzelliğini de cehennemin yakıcılığını da duyurabilir."  diyerek duygularını ifade etti ve kendilerini destekleyenlere teşekkürlerini iletti.   

Konser, Domenico Zipoli'nin (1688 - 1726) 1716 tarihli Op.1 d'Intavolatura Sonatı'nın org eserlerinin olduğu ilk bölümünden Re minör Quattro Versi ile başladı. İtalya doğumlu Zipoli, Forano prensesine ithaf ettiği bu sonatın Roma'da yayınlanmasından sonraki yıl Cizvit kilisesinin görevlendirmesiyle Güney Amerikaya gitmiş ve orada ölümü karşılamış bir besteci. O dönemde Avrupa dışında org olduğunu bile bilmediğimden, Zipoli'nin hikayesini oldukça ilgi çekici buldum. Eserlerinin sadeliğine rağmen ifadeden ödün vermeyen güzelliği de Zipoli'yi nev-i şahsına münhasır kılıyor.  

Org, Tarkan Şendal
Soprano, Çağıl Aydın
Fotoğraf: Aras Ali
İkinci eser, org ve şan için Carl Loewe'nin (1796-1869) Friede und Ruhe in Gott adlı eseriydi. Fa majör tonundaki çok az bilinen bu lied'i dinlemek, saklı kalmış bir mücevheri keşfetmek gibiydi. Neredeyse hiç seslendirilmemiş ve kaydedilmemiş bu lied'in şairi de bilinmiyor. 

Konserin üçüncü ancak obua ile orgun birlikte seslendirdiği ilk eseri, Johann Sebastian Bach'ın (1685 - 1750) BWV. 249  numaralı Paskalya Oratoryosu'nun Adagio bölümüydü. Orkestra ve koro için bestelenmiş olan eserin sözlü orjinali "Kommet, eilet und laufet" ile başlıyor. Obua ile de sıkça yorumlanmış bu eser, noel ertesindeki kilise atmosferinde, oldukça dokunaklı tınladı.  

Sıradaki parça Avelino Valenti'nin (1829 - 1882) Latince bir ilahi olan Cor Dulce, Cor Amabile'yi esas alarak yazdığı Cor Dulce (1875) adlı şarkısıydı. Dönemin ünlü fransız bestecisi Charles Gounod'ya ithaf ettiği, orjinali Fa diyez minör tonundaki bu şarkının da kaydına hiçbir yerde rastlayamadım. Soprano partisindeki süsleme ve uzun aralıklı atlamalarla teknik zorluklar barındıran bu eserin, -icra esnasında yaşanan aksaklıklara rağmen- başarılı seslendirilişinden dolayı müzisyenleri tebrik etmek lazım.

J.S.Bach'tan ikinci eser BWV.770 numaralı Ach, was Soll ich Sünder machen? (1698) koralinin Partita I-II-II bölümleriydi. Programın bütünlüğüne çok yakıştırdığım Mi minör tonundaki bu solo org eseri, orgun yumuşak ve tatlı tonlarıyla daha da etkileyici tınladı. Kilisenin ısınmasıyla etkilenen orgun akordu, özellikle tizlerde çatallaşmalara yol açsa da dikkatimi birbirinden nadide yorumları dinlemeye verdiğimden, bu durumdan rahatsız olmadım.

Org, Tarkan Şendal
Obua, Damla Tunçer
Fotoğraf: Aras Ali
Obua ve orgdan dinlediğimiz ikinci eser, Henry Purcell'in (1659 - 1695) Z.670 numaralı La minör The Queens Dolour adlı parçaydı. Döneminin en ünlü İngiliz bestecisi Purcell, çok çeşitli enstrümanlar kullanarak bestelediği dini ve seküler müziklerin yanı sıra, Dido ve Aeneas adlı trajik operası ve 100'ün üstünde şarkısıyla tanınıyor. Özellikle, önceki yazılarımda da değindiğim Dido's Lament adlı aryası en sevdiğim barok aryalardan ve her dinleyişimde Afrikalı kraliçe Dido'nun acısını kendiminmiş gibi hissederim. Obua ve org ile icra edilen bu parçada da Şendal ve Tunçer, Kraliçe'nin kederine ben de dahil tüm dinleyicileri ortak etti.  

Soprano ve org tarafından seslendirilen son şarkı, Charles Gounod'nun (1818-1893) Ave Verum (1878) adlı eseriydi. Latince bir ilahi olan bu parça genellikle koroyla seslendiriliyor. Soprano ve org kaydına denk gelmediğim, saklı mücevherlerden oldu bu şarkı da. Bunca özgün icranın hem geniş kitlelerin faydalanması, hem de İstanbul orglarının duyulması için uygun bir İstanbul orgu eşliğinde kaydedilmesi ne muhteşem olurdu! Henüz bu yazıyı yazarken, bu konserde bile seslendirmedikleri, Loewe'nin bestelediği sözleri Shakespeare'e ait "Komm herbei, Komm herbei Tod" lied'inin St Antuan Kilisesi'nin kriptindeki Rieger orgla kaydına başladıklarını öğrendim.  Şimdiden tebrikler, tüm bu güzellikleri albüm olarak paylaşmalarını da bekliyorum :) 

J.S Bach'tan son eser, BWV.1056 numaralı Fa minör Klavsen Konçertosunun (1738) 2 numaralı Largo bölümüydü. Aynı numaralı eser, Sol minör Obua Konçertosu olarak da geçmektedir. Klavsen veya oda orkestrası eşliğinde obua ile kayıtlarına rastlamış olsam da org ve obua tarafından seslendirilmesi bakımından özgün bir performanstı ve yine çok yakışmıştı. 

Fotoğraf: Aras Ali
Konserin kapanışı, Georg Philipp Telemann'ın (1681 - 1767) Klavyeli Çalgılar için yazdığı TWV.33 eser numaralı altıncı ve yedinci Fa minör ve Sol Majör Fantezilerinin (1733) org yorumuyla gerçekleşti. Hayattayken Bach'tan (ve hatta Handel'den) daha ünlü olan ve müzikal anlamda Bach'ı da etkileyen besteci, aynı zamanda onunla arkadaştı ve oğlu Carl Philipp Emanuel'in vaftiz babası ve isim babası olmuştu. Sonradan Bach'ın kabul edeceği Leipzig'deki Thomas Kilisesi Kantorluğu önce ona verilmişti ancak o Hamburg'da St. Catharine Kilisesindeki görevinden ayrılmamayı seçti. İnsan, acaba Telemann bu göreve gelseydi ve Bach reddedilseydi müzik tarihi nasıl şekillenirdi diye düşünmeden edemiyor.. Bu etkileşimi ortaya seren şekilde, 6 numaralı parçanın açılış teması, küçüklüğümde piyano öğrenirken çaldığım Bach'ın Menuet'lerini andırıyordu. Telemann'ın fantezileri arasında flüt ve blok flüt için yazılanlar daha bilindik ve daha çok kaydı bulunuyor. Bu anlamda, bu parçaları orgdan dinleme fırsatını bulmak oldukça hoştu.

Konsere ev sahipliği yapan Büyükdere Santa Maria Kilisesi, 1815 yılında mütevazi ahşap bir bina iken, cemaatin büyümesiyle 1866'da bugünkü beton haliyle yeniden inşa edilmiş ve duvarlardaki tablolar dönemin ünlü ressamı Palermo'lu Giuseppe Carta tarafından yapılmış. Günümüzde hala tüm sıcaklığı ve alçakgönüllülüğüyle Tanrı'nın görkemini yansıtmaya devam ediyor. Orgun ve olasılıkla vokal veya koronun icra edecekleri müziğin sıralarda oturan dinleyenlere yumuşak ve net bir biçimde ulaşmasına izin veren zarif mimarisiyle, kilisede yankılanacak müziğin bu ilk konserle sınırlı kalmamasını ümit ederim.. 

Yaklaşık 45 dakika süren konserin onlarca yıldır sessiz kalmış bir orgun ilk kelimelerini, ilk cümlelerini duymak bakımından anlamı çok büyüktü. İstanbul Pipe Organ Team ekibinin yeni çalışmalarını ve yeniden doğacak sıradaki orgu da heyecanla bekliyorum; onun sesini duyacağımız gelecek konserde görüşmek üzere!

Peder Martin, konserdeki başarılı performansları için Tarkan Şendal (org), Çağıl Aydın (soprano) ve Damla Tunçer (obua) tebrik ederken

*Bazı parçalar bu konserde yorumlandığı haliyle kaydı bulunmadığı için çalma listemde yer almıyor ama kalanını ve daha fazlasını Pipe Organ listemden dinleyebilirsiniz. Gelecek özgün kayıtlar için İstanbul Pipe Organ Team'i Youtube ve Instagramdan takip etmeyi unutmayın. 





Saturday, December 7, 2019

"Hoş" bir barok akşamı

Yeldeğirmeninin yeni mekanlarından Hoş Sahne'de Marmara Üniversitesi Müzik Öğretmenliği piyano eğitmenlerinden Aytaj Rzaguliyeva ve kemancı Doğu Kaptaner'in Barok Esintisi ve Vivaldi Dört Mevsim konseriyle keyifli bir cumartesi akşamı geçti. Bu etkinlikten tesadüfen haberdar olmama karşın, yeni bir klasik müzik sahnesi keşfetmem adına iyi ki haberdar olmuşum.

Alt katı ve bahçesindeki kafede vegan yiyecek alternatifleri sunan Hoş Atölye, cumbalı üst katında da Yamaha kuyruklu piyanosuyla samimi konserlere ev sahipliği yapıyor. 7 Aralık akşamki konser ayrıca, Aytaj hanımın eserler hakkındaki ilgi çekici açıklamalarına da sahne oldu.

"Barocco"/"biçimsiz inci" isminden geldiği düşünülen Barok ismi, 1600'lerin başında Claude Monteverdi'nin yazdığı ilk opera Orfeo'dan 1750'de J.S.Bach'ın ölümüne kadar geçen yılları kapsayan; Rönesansın akılcılığı, simetriyi ve sadeliği öne çıkaran üslubuna karşı duyguları, tasviri, şatafatı ve süslemeleri öne çıkaran bir dönemi niteler. Aynı zamanda Katolik Kilisesi'nin, reform hareketi nedeniyle kaybettiği gücü, dini sanata ve sanatta ifadeye daha çok yatırım yaparak geri kazanma ve ideolojisini güçlü göstermek için yaptığı çalışmalarından da beslenmiştir.  Tüm sanatlarda yansıması bulunmakla birlikte, barok dönemin müzikteki en büyük temsilcisi olan Johann Sebastian Bach'ın (1685-1750) Goldberg Varyasyonlarından G minor Arya* ile konserin acilisini yapan ikilinin ardından, Aytaj Rzaguliyeva solo piyanoyla George Frederick Handel'in (1685-1759) 7 numaralı suitinden Passacaglia bölümünü** seslendirdi.

Barok eserlerin icrasıyla ilgili olarak ezeli bir tartışma vardır; o dönemin notasyonunda performansı etkileyecek unsurlar bugün alıştığımız kadar detaylı belirtilmediğinden ve kullanılan enstrümanlar da bugünkünden farklı olduğundan, bestecinin yaşadığı dönemde duyduğu şekliyle otantik icra mı doğrudur yoksa o bestecilerin asıl niyetlerine göre bir okuma yapılıp günümüz şartlarına göre mi eserleri yorumlanmalıdır? Piyanist Aytaj Hanım, Handel'i pedallı çalmasıyla ilgili olarak "Handel'in pedallı piyanosu olsa o da pedal kullanırdı" diyerek bu meseledeki görüşünün ikinci yönde olduğunu belli etti.

Konserin devamında, Aytaj Hanımın açıklamasına göre, eserlerinin çoğu İkinci Dünya Savaşında Dresden'de yok olan İtalyan besteci Albinoni'nin (1671-1751) G minor Adagio'sunun keman-piyano versiyonunu seslendirdiler. Tanıdık melodisiyle (hangi filmlerde kullanıldığını çıkaramadım) dinleyiciyi kendine çeken bu eseri fark etmem adına güzel bir katkı oldu benim için. Bu arada, tam org festivalinin devam ettiği, org çalmayı denediğim, kitapları okuduğum ve İstanbul orglarıyla ilgili yazılar yazdığım bugünlerde, bu parçanın org ve keman performansını Youtube'da ilk sıralarda karşıma çıkması güzel bir tesadüf oldu: kemanda Vesselin Demirev ve orga Bradley Reznicek'in 2007'de Texas'ta gerçekleşen performansının videosunu burada da paylaşıyorum.



İlk yarının son bestecisi, programdaki diğer barok dönem bestecilerinin aksine 20 yy'da yaşamış Alfred Schnittke (1934-1998) idi. Rzaguliyeva Moskova Konservatuvarı'ndaki öğrencilik yıllarında Schnittke hala hayattayken de onun eserlerini çaldığından bahsetti ve aleatorik müzik*** de kullandığı avangart eserleriyle sovyetlerde tartışmalı bir besteci olduğu yorumunda bulundu.

İkiliden dinlediğimiz Eski Stilde Suit, barok dönemin yaygın formlarından "suit"i kullanmakla birlikte, içine koyduğu bölümler daha teatral öğeler barından danslardan oluşuyor: 1)Pastorale, 2)Balletto, 3)Minuetto, 4)Fuga, 5)Pantomima. Bu bölümler ayrıca Schnittke'nin çeşitli zamanlarda filmler için bestelemiş olduğu müziklerin de bir birleşimi. Bu eserde eski barok müzikten farklı olarak hem bale, pantomim gibi bölümlerde minik teatral öğeler (piyano ve keman arasındaki küçük konuşma ve atışmaların olduğu), hem süitin genelinde aksak ritmler ve armonide modern tınılar vardı (modern öğelerle ilgili olarak "kötü çaldım zannetmeyin" diyerek Kaptaner önceden dinleyicileri esprili bir şekilde bilgilendirdi). Sonuncu bölüm Pantomim de, Schnittke'nin modern yazımıyla gelenekselin dışında, sanki "son" olmayan bir son şeklinde, dinleyicide soru işareti bırakarak sonlandı (Pastoral-ballet bölümlerinin bitişi daha bir son gibiydi hatta:)).

İkinci yarıda Barok döneme dönerek Venedikli Antonio Vivaldi'nin (1678-1741) Dört Mevsim konçertosunu dinledik. Tasvir özelliklerinin ağırlıkta olduğu, yılın her bir ayı için bir parçanın yer aldığı 4 keman konçertosunun birleşiminden oluşan bu eserle hem müzisyenlerin hem de dinleyicilerin enerjisi yükselerek akşam "hoş" bir sekilde sona erdi. 

Herkese Hoş Atölye'nin programını takip etmeyi tavsiye ederim (Instagram sayfasında yayınlanıyor). Aytaj Hanım kapanışta, gelecek ay 17 Ocakta da Azeri piyanist Müşfik beyin Mussorgsky'nin Bir Sergiden Tablolar eserini seslendireceği konserine şimdiden meraklıları davet etti.


*Bach'ın eşi Anna Magdelena Bach albümünden, o da başka bir Sarabande melodisinden, "sevgilim seninleyken" adlı bir aşk şarkısından esinlenerek bu eser yazılmış.

**Pasakalya, kabaca "sokakta yürüyüş" olarak çevrilebilecek, yürüyen bas partisini ve onun çeşitlemelerini ifade eden bir barok müzik formudur.

***Aleatorik müzik, en basit haliyle, parçanın bir zar atışı rastgeleliğine bırakıldığı rastgele müzik türüne deniyor

Wednesday, November 20, 2019

Eine Kleine Nacht Konzert im Österreichisches Kulturforum Istanbul

19 Kasım akşamı Avusturya Kültür Merkezi'nin Yeniköy'deki binasında Trio Likya'dan, mekan, dinleyiciler ve müzisyen topluluğuyla, küçük bir gece müziği* dinledik. Nasıl Almanca bilmememe rağmen Almanca başlık atarak risk aldıysam, bu konsere dair izlenimlerimi paylaşarak da risk alacağım; sürç-ü lisan edersem şimdiden affola !

Trio Likya bu akşam için, ilk girişte misafirleri hayran bırakan Avusturya Kültür Ofisi'nin (Palais Yeniköy) rokoko, klasik, art nouveau gibi stilleri harmanlayan 19.yy sonu imparatorluk stilindeki binasına uyumlu şekilde, klasik, romantik ve modern bestecilerin eserlerinin yer aldığı bir repertuar hazırlamış. 


Konser, Johannes Brahms'ın 1854 tarihli Si Majör No1 Piyano Trio'sunu seslendirerek başladı. Bu eser programda op38 yazmasına rağmen Op8 olarak geçmektedir. 4 bölümden oluşan eserin ilk bölümü Allegro con Brio (canlı ve hızlı) biraz ısınma turu gibiydi. Ortalama 15 dk süren bu bölümden sonra gelen tatlı ve esprili Scherzo (şaka) bölümüyle hem müzisyenler hem dinleyiciler konsere tam anlamıyla ısındılar. Yavaş tempolu Adagio (yavaşça) bölümünde nedense keman ve çellonun birlikte tınlamalarında sıkıntı yaşandığını düşündüm. Performansa dayalı sanatlarda hızlı bölümler eksikleri gizlerken yavaş bölümler daha çok ortaya çıkarır; acaba Adagio'daki durum bu muydu yoksa benim oturduğum konum sebebiyle çelloyu iyi duyamam mıydı emin olamıyorum. Bu düşünceler eşliğinde gelen son Allegro (hızlı, neşeli) bölümüyle ilk yarı sona erdi.

İkinci yarı, Joseph Haydn'ın 1795 tarihli 2 numaralı Fa diyez Minör Hob.XV:26 Piyano Triosu ile başladı. Klasik dönemin sade güzelliğini taşıyan bu eseri aynı şekilde temiz bir icra ile dinledik. Allegro (neşeli/hızlı), Adagio cantabile (yavaş, şarkı söylercesine) ve Finale-tempo di menuetto (final, menuet temposunda) isimli 3 bölümden oluşan trionun, normalde sondan bir önce duymaya alıştığım menuet temposuyla bitmesi form açısından ilginç bir noktaydı.

Son olarak, iki Alman besteciden sonra, üçlünün alametifarikası olduğunu anladığım atonal ve caz öğelerin ağırlıkla hissedildiği bir eser seslendirildi. Rus besteci Nicolai Kapustin'in (1998 tarihli) op86 Trio eseri, orjinal olarak flüt, çello ve piyano için yazılmış olup flütün yerine keman koyarak Kemanda Nilgün Yüksel, Viyolonselde Poyraz Baltacıgil ve Piyanoda Barış Büyükyıldırım'dan oluşan Trio Likya ufak bir risk almış ancak bu kararlarının hakkını kesinlikle verdiklerini söyleyebilirim. Kendileri de dahil tüm dinleyicilerin enerjisini yükselten, tüm günün yorgunluğunu bir anda silerek dikkat kesilmeyi sağlayan bir performans gerçekleştirdiler. 

Akabinde bis parçası olarak Barış Büyükyıldırım'ın yazdığı, "jazzy" ve "gypsy" tınıların yoğunlukla hissedildiği eseri çalarak, alkışlar ve sevgi gösterileri eşliğinde geceyi sonlandırdılar.

2018 yılında yaşanan gemi kazasına dek Boğaz'daki Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı'nda klasik müzik konserleri düzenleyen Zerhan Gökpınar hanımefendinin (Yalı Organizasyon)  Avusturya Kültür Ofisi'yle birlikte düzenlediği bu organizasyon için tüm emeği geçenlere teşekkür ederim; katılmaktan dolayı çok memnun oldum. Bir yandan da yazımın girişinde, bu konsere dair izlenimlerimi paylaşarak risk alıyorum dedim çünkü konser programı önceden paylaşılmamıştı ve beni bir sürpriz bekliyordu. Ayrıca, dinleyicilerle paylaşılan programı da eserleri tanıtması açısından biraz özensiz buldum. Dünyada kimi konser salonları konserlerden önce programı açıklamakla kalmayıp Spotify listesi bile paylaşırken İstanbul'daki konserlerde de böyle konularda daha iyi olabileceğimizi düşünüyorum. 

Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı'nın bir an önce restore edilmesini ve eskiden olduğu gibi duvarlarında müzik sesleri yankılanmaya devam etmesini umarım. Ayrıca, İstanbul Kültür Sanat hayatına sadece klasik müzik değil, avangard, caz, indie gibi türlerdeki ücretsiz konserlere ev sahipliği yaparak önemli katkı sağlayan Avusturya Kültür Ofisi'nin etkinliklerini takip edip (ben instagram sayfasını takip ediyorum, oradan gerekli yönlendirmeleri bulabilirsini) her fırsatta katılmaya çalışacağım. Tüm musikişinaslara da bu konserleri takip etmelerini şiddetle tavsiye ederim!



*Haddimi aşarak da olsa yazıya koyduğum başlık Mozart'ın ünlü Eine Kleine Nacht Music eserinin isminden çağrışım yaptı

Thursday, June 6, 2019

A Wanderer in Toronto

Originally published on www.musicalwritings.com
On the first day of summer 2019, I was visiting Toronto for a short weekend and looking for a nice and satisfactory classical music event. Since this is the 7th biggest city of North America with more than 6 million habitants, this wouldn't be a problem. After a brief search on internet, I've come across with Toronto Symphony Orchestra (TSO) website and it proved me right. 

In the TSO's main performance venue, Roy Thomson Hall (RTH), located at 60 Simcoe Street, in the heart of the Entertainment District in downtown Toronto, the performance I've found the chance to attend was "Denk Plays Mozart". Later I learned, in 2013 Denk played Mozart Piano Concerto No21 with TSO, at the opening of the Mozart@257 mini-festival.  

To be honest, I was a little bit disappointed that there wasn't a Romantic or Modern composer, an authentic Canadian or a new music in the program which is unlikelier to see for me in Istanbul and which I think would be more interesting to my taste. Later, I discovered that this risk-averse attitude was general to all season 2018/19 due to transition of orchestra's CEO and music director. According to Jenna Simeonov from The Glob and Mail "The orchestra, currently under interim CEO Gary Hanson, has been without a permanent CEO since Jeff Melanson's abrupt departure in 2016. Music director Peter Oundjian will finish his 14-year tenure at the end of the current season, to be succeeded by Sir Andrew Davis as interim artistic director; starting with his conducting of the opening-night concert at Roy Thomson Hall on Sept. 20, Davis will hold the post until 2020, when the TSO hopes to have found a new music director.However, at the moment I heard Denk playing in such lyricism and sensuality, combined with the mastery of TSO and refined acoustics of RTH, I thought myself very fortunate. 

One of the America's foremost pianist Jeremy Denk, played and lead the orchestra for two Mozart concertos, No14 (K449) and No25 (K511), after the opening with Don Giovanni overture by the resident conducter Simon Rivard. In between the concertos, Denk played Rondo in A Minor (K511) which he described as "one of the most melancholic statements of Mozart" before playing it. 

Mozart composed No14 Eflat Major in 1784 and no25 in C major in 1786 as a part of a dozen piano concertos between these years. In each of the concertos, the harmony between Denk and the orchestra was successful and it reflected characteristics and differences of those. On the other hand, positioning of piano was getting harder Denk to communicate half of the orchestra. Although I've seen two reviews* that were pointing to some difficulties of previous performances, this last one seemed to have catched the flow to me. 

The piano on the stage, a grand Steinway had a great sound with Denk's fingers and his mastery. It added up when he played 2nd mov of Mozart Sonata in C K.545 as a bis at the end of the concert.

Jeremy Denk has recorded 4 CD's (Ligeti/Beethoven, French Impressions, Ives, J.S.Bach Goldberg Variations) and had also wrote a blog called "think Denk" between 2005-2013 published under his website. He also has an article published on The New Yorker about his Charles Ives Concord Sonata recording. In my opinion, writer-performers are always a great source of information and provides genuine insight on music pieces and music as an art in general.  


I was expecting to see RTH almost full because it was Saturday. On the contrary, it was only half full. The reason may be it was the 3rd concert of the same program in the same week or maybe Mozart wasn't attracting too much to TSO audience. I can't complain though, because of this, I could buy the cheapest ticket, with a half price on the same day of the concert :) Discounted price was 20 CAD and it is still not too cheap for me (compared to Viennese last day opera tickets for 3 EUR). Nonetheless, I think having such a practice is so respectful for a private orchestra. In fact, TSO supports education and has been running Toronto Symphony Young Orchestra (TSYO) free of tuition fee for promising young musicians. 

There are 2 things that I admired TSO and I found as great services for facilitating the audience to prepare to the concert: The full program and program notes downloadable from the website and TSO's "Denk Plays Mozart" playlist on Spotify. The program itself is very detailed and coherent. I would like to have these for all the concerts that I attend :)

As the first essay of my musicalwritings.com website, TSO and Jeremy Denk and the performance in Roy Thomson Hall on June 1, 2019 will always be remarkable to me. I can say with the peace of mind that Toronto is very lucky to have this orchestra and TSO is very lucky to have Torontians. 

Hope to be here again !


*Other reviews on previous performances