Murger Tomb

Murger Tomb
Henri Murger, Cimetiére de Montmartre, Eylül 2015

Wednesday, December 31, 2014

Philip Glass-Koyaanisqatsi


PHILIP GLASS - KOYAANISQATSI


Koyaanisqatsi, alışılmış filmlerin aksine öykü anlatmayan, sözsüz, Amerika’nın doğal ve kentsel manzaralarını yansıtan müzik, görüntü ve fikirlerin iç içe geçtiği, belgesel türüne sokulabilecek bir film. Müziklerini ABD’li minimalist besteci Philip Glass’ın yaptığı, yönetmenliğini Godfrey Reggio’nun ve görüntü yönetmenliğini Ron Fricke’nin yaptığı 1982 tarihli filmin adı, bir Amerikan yerli kabilesi olan Hopi dilinde “dengesini yitirmiş hayat” anlamına geliyor. Kelimenin diğer anlamları çılgın hayat, karışıklık içindeki yaşam, parçalanan hayat, başka türlü bir yaşama çağıran hayat durumu olarak sıralanabilir. 
Aslında Koyaanisqatsi’nin öykü anlatmadığını söyleyemeyiz. 21. yy.ın eşiğinde ABD’nin geldiği noktanın hikâyesini, alışılmamış bir dille, müzik ve görüntü bütünlüğü ve kurgusuyla anlatıyor. Film antik yerli Amerikan mağara çizimleriyle başlıyor, bu sırada “Koyaanisqatsi” isimli parça çalıyor. Salt doğa görüntüleriyle başlayan film 86 dakika içinde insanoğlu tarafından bozulan doğayı ve şehirleri göstererek devam ediyor. New Mexico çöllerinde birbirini kovalayan bulutlar, St. Louis’de başarısız olan bir konut projesinin dinamitlenmesi, arı sürüsü gibi insanların Grand Central Station’a girip çıkması, Los Angeles otobanlarında akan trafik, üretim bandındaki Chevy Camaro arabaları, Temmuz 1977’de New York’taki iki günlük elektrik kesintisinin ardından yaşanan yağma ve yangınlar (1.12), Sovyet tankları, birbirine karışan müzik ve hareketi izliyoruz. En sonunda yine mağara çizimleriyle bitiyor. 

Filmde fiziksel hareketin değişik türlerini karşılaştırmak için hızlandırılmış ve yavaşlatılmış görüntüler çok sık kullanılıyor. Örneğin, bulutların hareketi hızlandırılmış, dalgalar ise yavaşlatılmış şekilde veriliyor ve böylece bu doğa güçlerinin hareketlerindeki benzerliği görebiliyoruz.  Bu şekilde karşılaştırma film boyunca yapılıyor ve dünyayı farklı bir şekilde görmemizi sağlıyor. Bunun yanı sıra modern zamanlarda hareket algısının değişimini de sorgulatıyor. İlkçağlardan günümüze ve doğanın kendi ritminden kent yaşamının temposuna olan değişimi gösteriyor.   
Filmin bir plotu yok, böylece izleyicinin kendi kendine anlamlandırmasına daha çok olanak sağlıyor. Görüntü ve müziği değerlendirmek alımlayana düşüyor; biz ne istersek o oluyor. Ancak filmdeki temel fikrin insanoğlunun doğadan kopması olduğunu söyleyebiliriz. Artık doğayla bağımız yok denecek kadar az, teknolojinin içinde yaşıyoruz. 
Filmin adı da dâhil olmak üzere neden Hopi dili kullanıldığına dair farklı yanıtlar bulunabilir. Hopiler bir Amerikan yerli kabilesi ve kolonici İngiliz ve İspanyollar, yani bu filmde eleştirilen topluluklar tarafından yok edilme tehlikesiyle karşılaşmış bir topluluk. Bir diğer yanıt da bilinmeyen bir dil olduğu için herhangi bir çağrışım yapmaması olabilir. Koyaanisqatsi insanlar için duygusal bir yük taşımayan, önceden anlama sahip olmayan bir kelime. Seyirci istediğini çağrışımı yapabilir ondan.
Koyaanisqatsi, Qatsi üçlemesinin ilk filmidir. Müzik ve eğlence sektöründe hemen herkes az veya çok bu filmden etkilenmiştir. Yönetmenin bu filmin ardından çektiği diğer filmler Powaqqatsi (1988), Anima Mundi (1992), Naqoyqatsi (2002).
Philip Glass
Music In Similar Motion (1969), operaları Einstein on the Beach (1976), Satyagraha (1980) ve Akhnaten (1983) gibi önceki eserleriyle müzik dünyasında etkili bir isim olmuşsa da Koyaanisqatsi, 1983 tarihinde yayınlandığında Philip Glass’ın ilk büyük popüler başarısı olmuştu. Filmin müziklerinin ilk yayınlanışı kötü bir zamana denk gelmişti. Çünkü LP dönemi kapanıyor, kompakt diskler yeni yeni yaygınlaşıyordu. LP’nin bir yüzü 25 dakika kaydedebiliyordu. Bu nedenle 15 yıl sonra tekrar yayınlanana kadar müziklerin yarısı yalnızca filmle dinlenebiliyordu. Bu albümde toplam 45 dakikalık 6 parça yer alıyordu. 2009’da yayınlanan tamamlanmış film müzikleri ise 76 dakikalık 13 parçadan oluşuyor: Koyaanisqatsi, Organic, Clouds, Resource, Vessels, Pruitt Igoe, Pruitt Igoe Coda, Slo Mo People, The Grid – Introduction, The Grid, Microchip, Prophecies, Translations & Credits.

Koyaanisqatsi’nin iyi biçimlendirilmiş bir kompozisyonu vardır. Başlangıçtaki tarihsel olmayan girişi Vessels’teki huzurlu a kapella müzik takip eder. Daha sonra tedirgin ve karmaşık Pruit Igoe, sonunda yine girişteki kasvetli müziğe dönen Prophecies’le 65 dakika öncesine bağlanır. İlk parça olan Koyaanisqatsi’de bir org, kilise arpeji benzeri şekilde başlar. Ardından kasvetli bir vokal Koyaanisqatsi sözleriyle girer. Bu müzik tarihsiz bir müziktir (yani tarihin herhangi bir döneminde yazılmış olabilir), basit bir düzenleme, konsonant ve yalın armoniler kullanılmıştır. Açılışta da sonda da mağara çizimleri ve roket kalkışına eşlik eder bu müzik. 

 Yani insanlık tarihinin başlangıcını ve en son geldiği noktayı göstererek bir giriş yapar filme. İçinde bulunduğumuz dünyayı farklı bir gözle görmemiz gerektiğini söyler. Tüm bu tarihi yansıtan, aynı zamanda da hiçbir tarihi yansıtmayan bir müziktir.

İkinci parça olan Organic’te New Mexico çöllerini ve devasa kanyonları görürüz. Aynı çöller gibi uçsuz bucaksız, düz bir müziktir. Kanyonlardaki ve mağaralardaki çukur ve tepeler, arpejler, rüzgâr uğultuları ve uğultu benzeri uzayan vokallerle desteklenir. Bu müzikte de doğanın tüm insanlık tarihini kat be kat aşan yaşını, yüz binlerce yıllık geçmişini ve bu yüzden zamanın onlar için farklı, daha durağan aktığını hissedebiliriz. Aceleci değil sakin ve ağırbaşlı bir müziktir Organic.


Üçüncü parça Clouds, okyanus ve bulut görüntülerini tasvir eder. Hızlandırılmış bulutlar ve yavaşlatılmış dalgalar birbirine benzer, ritmik, görkemli hareketlere sahiptir. Müzikte de hep sabit devam eden ritm, üflemelilerin çaldığı görkemli melodi ve daha pes üflemelilerin yinelediği alt melodiyle görüntüler desteklenir.
 Dördüncü parça Resources’da doğal kaynaklarımızı görürüz. Ormanlar, tarlalar, göller, denizler, hem hızlandırılmış hem normal hızdaki görüntülerle verilir. Tarlalardaki bitkilerin renklerinin ritmik şekilde değişmesi gibi mutlu, neşeli, majör ve ritmik bir müziktir bu. Ancak buldozerlerin gelişiyle müzik daha karanlık ve minör tonlara geçer.
 Az önce gördüğümüz güzel doğanın insanlar tarafından nasıl değiştirildiğini ve yok edildiğini görürüz. Devamında, elektrik direkleriyle müzik şaşkın, korkmuş ve endişeli bir hale evrilir. Uçsuz bucaksız çöllerde veya güzelim göl kıyılarında kurulan beton fabrikalara, barajlara şaşırırız ve doğaya vereceği zarardan endişeleniriz. Hopi Kehanetleri’ndeki uyarı aklımıza gelir:  “Toprağı kazıp çıkarırsak değerli şeyleri, Davet ederiz felaketi.”  Müzik giderek bir felaket müziğine evrilir, heyecanlı şekilde devam eden ritmik arpej, üzerinde atılan her bombayla patlayan tahta üflemeliler ve bir anda gelen sessizlik.

Beşinci parça Vessels ile insan yapımı teknolojiyi görmeye başlarız. Hafif bir enstrüman eşliğiyle sözsüz çok sesli vokal bir müziktir Vessels. Damarlar, taşıyıcılar anlamına gelir ve trafiğin aktığı şerit görüntüleriyle tam bir benzerlik taşır. Bu andan itibaren vokal müzik hızlı bir arpejle desteklenerek sakin ve huşu dolu havasından çıkarak gündelik ve telaşlı bir havaya bürünür. Ardından tanklar, savaş uçakları ve füzelerle teknolojinin gelişiminin aslında savaş teknolojisini de ne kadar geliştirdiğini telaşla ve endişeyle izleriz. Her üst teknoloji savaş makinesinde müzik de spiral gibi döngüsünün bir üst basamağına tırmanır. Bu görüntülerden birinde gördüğümüz uçak gemisinde E=mc2 yazması da Vessels’in anlamını açık şekilde verir: İnsanlık bilim ve teknolojide ilerledi, atomu bile parçalayacak düzeye geldi ancak ilk iş olarak bu bilgisini savaşta kullandı. İlerleme yalandır; bu düzen kendi kendini yıkmaya yazgılıdır. Sonunda müzik de bir anda yok olur.

 Altıncı parça Pruitt Igoe hızlandırılmış bir New York görüntüsünün ardında belli belirsiz bir kent uğultusuyla başlar. Kente düşen bulut gölgeleri sanki şehrin üstünde kara bulutlar dolaştığını ima eder. Kamera kentte gezinirken hafifçe yaylılar tedirgin ve duygusal, minör tonlarda bir müziğe başlar. Filmin belki de en melodik müziğini burada duyarız. Yıkık dökük, harabe haline gelmiş konutlar metropolün diğer yüzünü gösterir: 
 evsiz kalmış, fakir siyahi insanlar. Pruitt-Igoe, 1970’lerde Missouri, St. Louis’deki başarısızlığa uğramış bir toplu konut projesidir, 33 binası yıkılır. Filmde yıkılan çeşitli binalar vardır. 
Yine teknolojinin, insan aklının neler yapabildiğini, ancak düşüncesizliğinden ötürü yarattığı bir yıkıma, israfa şahit oluruz. Kemanların melodisi yıkımı simgeler gibi inicidir, üflemeliler ise onunla zıtlık yaratacak şekilde yükselerek kıyamet notası gibi bir tepe notasına gelir. Yıkımların sonunda müzik de sakinleşir. Pruitt Igoe’nin Coda’sında bulutlar ve şehrin birlikte alındığı görüntüler, doğanın karşısında insanların gurur kaynağı gökdelenlerin ve metropollerin bile ne kadar küçük ve çaresiz olduğunu düşündürür.
Sekizinci parça SloMo People, yavaş ve ağır çekimlerde bu “çılgın dünya”nın insanlarını "Slow Motion"da anlatır. Kentte yaşayan, doğal haline kıyasla bambaşka bir hayat ve hareketlilikte yaşayan; metalaşmış, bireycileşmiş ama bir o kadar standartlaşmış insanlar.
Dokuzuncu parça The Grid Introduction, ismiyle aynı şekilde, ızgara gibi görünen bir binanın dış yüzeyiyle başlar. Binalar arasındaki yollar, kat kat gökdelenlerin ışıkları hep bu ızgarayı andırır. Birbirinden ayrılmış, yalıtılmış, hapsedilmiş insanlar ve parçalanan hayatımız. Müzik de görüntüler gibi yavaş başlayarak giderek hızlanır. Sanki müziği de hızlandırılmış şekilde dinleriz.
Mekanikleşmiş, standardize olmuş, sürekli aynı şeyin tekrarlandığı müziğe, The Grid parçasıyla birlikte vokaller de eklenir. En uzun ve en görkemli bölüm tüm nakaratı ve orkestrasıyla The Grid’dir. Ve filmdeki en kaotik ve vahşi bölümlere tekabül eder. Pirinç üflemelilerde oldukça basit bir girişin ardından, Glass’ın imzası haline gelmiş klavye ve tahta üflemeliler aniden girerek parlak, hızlı arpejli bölümlere başlar ve müzik evrilir. Parçanın kalanında bir derviş gibi heyecanlı ve yorucu şekilde, yüzlerce kere döner. Dinleyicinin ilgisini ayakta tutabilmek için her defasında çeşitlenir. The Grid’in çaldığı sahnelerde, müzikte olduğu gibi görüntüde de hep aynı şeyin yinelenişini görüyoruz. 

Üretim bantları, sosis, trafik, atari oyunları, market kasaları, “shopping mall”lar ve fast food kültürü vb. Bu bölümler bireyselliğin yok olduğu ve her şeyin standartlaştığı dünyayı yansıtıyor. İnsanlar birbirine dokunmadan birbirlerinin yanından geçip gidiyor. Yürüyen merdiven sahnesini izlerken sanki insanlar üretim bandındaki herhangi bir metaymış, hatta sosislermiş gibi bir izlenim oluşuyor. 


Hem tüketici insanın standartlaşmasına, hem de üretim bandında çalışan işçilerin makineleşmesine, metalaşmasına, insanlığının yok oluşuna sahne oluyoruz. İnsanın hükmettiği makineler ve metalar insana hükmetmeye başlıyor. Filmde gördüğümüz metropol insanlarının alışveriş merkezleri, gökdelenler, televizyon ekranı ve trafikten uzaklaşıp doğayla buluşabildiği tek yer sahillerdir. Ancak orası da doğallığını yitirmiş, yüzlerce binlerce insanın yine birbirini görmeden, doğayı hissetmeden güneş altında yattığı bir yer haline gelmiştir. 
On birinci parça Microchip, tüm bu çılgınlığın müzikte ve görüntüde sakinleştiği, kuşbakışı bir kent görüntüsüyle başlar. Bu kent görüntüsü küçülerek devrelerden, bölümlerden oluşan bir mikroçipe dönüşür. Onlarca kez küçültülen kuşbakışı kent görüntüsüne zıt olarak bilgisayar çipinin tekrarlanan mikro detayları on binlerce kat büyütülmüştür. Microchip’te görünen bu tekrarl yapı müzikle de paralellik taşıyor. Kent ve mikroçip benzetmesi 2 dakika boyunca devam eder ve on ikinci parça Prophecies’e bağlanır.  
Prophecies, filmin başından beri hız ve güçlü imgelerle sağlanan yükselen gerilimin, çözülmeye başladığı, sonuca bağlandığı parçadır. 77. dakikada patlayan roket görüntüsüyle (Roket, 1962’de fırlatılmaya çalışılan Atlas-Centaur’dur. Başarısız oldu ve Florida Cape Canaveral üzerinde patladı.) birlikte Koyaanisqatsi sözleri girer ve tekrarlanır.
Bu parçadaki Hopi Kehanetlerinin sözleri şöyledir:
Kazıp toprağı, çıkarırsak değerli şeyleri,
Davet ederiz felaketi.
Arınma Günü’ne yakın gökyüzünde
Örümcek ağları olur eğrilmiş ileri geri
Bir gün toprağı yakabilen
Ve okyanusları kaynatabilen
Küller savrulabilir gökten.




Şehir görüntüleri devam ederken Prophecies başlar. Burada artık bir metnin sonuç bölümü gibi film boyunca sunulan senaryonun toparlandığını görürüz. Yalnızlaşmış, yorgun, tedirgin insanlar, bireyleştiğini zannederken aslında sürüleşmiş iş sahibi orta sınıf ve işçi sınıfı. Teknolojiyle bütünleşen ve doğadan, köklerinden kopan veya sokakata başıboş duran/gezinen insancıkların iç dünyasına ayna tutulur. Hasta ve çaresiz duruma düşenlerin, tutacak bir el bulamayanların hallerini yansıtır kamera. Temmuz 1977’de New York’taki iki günlük elektrik kesintisinin ardından yaşanan yağma ve yangınları bu bölümde yer alır. “Medeniyet”in ortasında nasıl sefillik yaşanabileceğini düşündürür bize. Kısacası Prophecies, “ileri” Batı’nın insan panoramasını, Hopi Kehaneti’nin gerçekleşmesini gösterir. Müzikler de kehanet ruhuna ve filmin sonuna uygundur. Her mısranın sonunda eksilmiş akorlar çözülür. En sonda yine roketin kalkışı patlayışı ve mağara çizimlerine dönüşü görüyoruz. Yine bir “ilerleme” ve yine bir “yıkılış”, geriye dönüş. 
Bu en başa dönme, tüm filmde anlatılanların yine ilk başta söylenenle son bulması filmin mesajıyla da örtüşmektedir: doğadan geldik, doğaya dönmeliyiz. Doğayı yenebileceğimizi düşünecek kadar kibirli olmamalıyız.

Thursday, December 11, 2014

Birth of Impressionism under the Shadow of Academic Art

Birth of Impressionism under the Shadow of Academic Art

Soleil Levant, Monet, 1872
19th century has seen vast number of changes in politics, social and economical life, science, and technology. Art and artists were not unaffected from these. From the mainstream understanding of art (Academical Art) to new discoveries in technology lead to born new concepts in art and artists searched new means of expression. Impressionism was born in such a world, struggled a lot in order to survive, and eventually changed the art. Undoubtedly, academic understanding of art in that era had an important role in birth of impressionism.
The strict, rigid principles of the aesthetics in France in 19th century caused artists to generate different styles. One of the most important concepts born in this era is impressionism of which  
Les Grandes Baigneuses, Paul Cézanne, 1906

important painters are Eduard Manet, Claude Monet, Pierre Auguste Renoir, Camille Pissarro, and Paul Cézanne. The name impressionism is come from a painting of Monet “Impression: Sunrise” which exhibited in 1874.
As John Rewald tells in The History of Impressionism, art in France in those years was determined by the Academy of Fine Arts. Professors of Fine Arts School and directors of Academy of France in Rome were chosen from the members of Academy of Fine Arts. In other words, they were the ones who were educating next generations. Academy also decided to the paintings purchases of museums and special collection of emperor. They were controlling the Saloon Jury of State Painting Exhibitions and reject the works if do not conform to their principles. Not surprisingly, Academy rewarded the students who obey its rules and restrictions. Public (people who buy art) were accepting the medals and awards given by academy as a sign of talent and appraised only the artists who got them.
Le Déjeuner sur l'herbe, Edouard Manet, 1863
The birth of impressionism can be traced back to 1863. That year, Saloon Jury rejected 4000 paintings which are about ¾ of all sent included some works by Manet, Pissarro, and Cézanne. The emperor Napoleon III. opened the Saloon of Rejected for those and let public decide. Especially "The Luncheon on the Grass” by Manet criticized the most. The technique and subject matter in this painting opened the way of impressionism.[i]
The Two Sisters,
On the Terrace, Renoir, 1881
In 19th century France, career of an artist was standard: first, education in the Fine Arts School second, Rome scholarship for promising students, acceptance of works to Saloon Exhibitions once a year and then to Palais du Luxembourg (modern art museum of France of that time) which proved the excellence of artist. Such a painter was finally chosen to Academy itself. However, for a “rejected”, 
life was so hard. No one would buy his paintings. For an example, Johan Barthold Jongkind sold his work before the opening of Saloon. When it rejected, buyer gave back the painting. Henri Murger successfully depicts the art world of 19th century Paris in his autobiographical novel Scenes from Bohemian Life. One of the characters is a painter and he has been rejected for years and he had no money.
The leader of Academic Art was Jean-Auguste-Dominique Ingres (1780-1867). He was also the 
Grande Odalisque, Ingre, 1814
manager of Fine Art School. He taught students to copy the models exactly and told "Drawing is the probity of art."[1] Drawing is superior to color. There was no nature observation; they worked in doors from models. 
Impressionist style is almost the opposite of Academic Art. Impressionists observed the nature without biases and transferred the impressions they perceived to canvas. They found that objects have different appearances on different times of day and under different lights. Not only the appearances but also the forms of objects change under changing light. The painter should catch one moment of change. In order to be able to do that, they painted quickly, not focused on the whole rather than details. They replaced the darkness with lightness. They invented new techniques and form, and used a new color palette with the help of the innovations in physics and chemistry.
The subjects of impressionists are different than Academic Art. Historical, mythological and emotional subject matters replaced by the daily life themes. Outdoor trips of ordinary people, scenes from urban life, landscape views are some of the topics of impressionism. In addition, Far East art and new born photography influenced them. 
Boulevard Montmartre à Paris, Camille Pissarro, 1897
In an interview with Monet[2] he explains his style and opinions (what we call impressionism today) with these words “There is no recipe for painting, positively none. It depends upon the man, upon the gift of the artist, and not upon copying nature. (…) I paint my impressions of nature. It is most difficult to explain. It is the brain that makes the picture; it is a distinct gift, a talent." About his work he said "Many people think I paint easily, but it is not an easy thing to be an artist. I often suffer tortures when I paint. It is a great joy and a great suffering. (…) I paint a long time on my things, sometimes as many as twenty mornings on the same study. Then, too, I have a number of canvases always by me. 
Jeunes filles au piano,
Auguste Renoir, 1892
 If I lose one effect, I quickly try for another, casting aside canvas after canvas until I am satisfied. (…) I paint but a short time, perhaps not half an hour on any one effect, for nature is constantly changing." Showing a snow scene that he had made in Norway, he said, "I always work out of doors in winter with bare hands. I never feel the cold. I finish such canvases entirely out of doors; indeed I never touch anything in my studio." About Japanese art he had said "The Japanese went much farther in their art than we have yet gone. If I could paint one small picture like that I would give all that I have ever done." Monet became very famous in his life. There were numerous people criticize his and other impressionists’ works as well as a lot of admirers.
To sum up, since the beginning of the history of art, there have been rules and restrictions imposed on art; either by church, king, emperor, state or academies. However, progress has been made by the creative and courageous artists together with the changing social conditions. Impressionists are very good examples for this, who opened the age of revolution in 20th century art.

Girl at the Piano (The Overture to Tannhauser), Cezanne, 1868



[1] Prat, Louis-Antoine (2004). Ingres.
[2] Anna Seaton Schmidt, Modern Art, Vol. 5, No. 1 (Winter, 1897), pp. 32-35




[i] Serrulaz, Maurice, Empresyonizm Sanat Ansiklopedisi, 1991, Remzi Kitabevi

Wednesday, December 10, 2014

Tanzimat Dönemi Osmanlı İmparatorluğu'nda Çoksesli Batı Müziği

Tanzimat Dönemi Osmanlı İmparatorluğu'nda Çoksesli Batı Müziği

Sarayda Beethoven, ressam Abdülmecid
Türkiye’de Cumhuriyetin ilanıyla birlikte yaşanan yeniliklerin temelleri Cumhuriyet öncesinde atılmıştı. Bu anlamda Osmanlı’da en önemli değişimlerin yaşandığı dönemlerden biri Tanzimat’tır. 1839’da Sultan Abdülmecid (1839-1861) ve Mustafa Reşid Paşa döneminde Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun ilanı ile başlatılan Tanzimat, 3. Selim (1789-1807), 2. Mahmud (1808-1839) ve Sened-i İttifak’ı (1808) da içine alan “merkezi ıslahatçılık” anlayışının bir sonucudur.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu, hukuk devleti anlayışının gerçekleştirilmesi yolunda ilk adımdır. 2. Mahmud’un: “bundan böyle tebaamdan Müslümanları ancak camide, Hıristiyanları kilisede, Musevileri havrada tanımak isterim.” sözünden de anlaşılacağı üzere, Tanzimat’tan önce Osmanlı’da yerleşen uyruklar arasında ayrım yapmama ilkesinin siyasi olarak belgelenmesidir. Ayrıca tüm uyrukların can, mal ve namus gibi hak ve özgürlükleri güvence altına alınır; halk bu nedenle fermanı destekler.
Bugünkü bakanlıklar benzeri her alanda meclisler oluşturulur; bunlardan biri de eğitimdir. 1845’ten itibaren açılan yeni okullar batı eğitimi verirken, medreseler teokrasiyi sürdürür. Bu nedenle, Tanzimat’ta skolastik ve akılcı zihniyet bir arada var olmuştur.
1830’lardan itibaren basımevleri kurulmuş, birçok dilde gazete ve kitap basılmıştır. 1840’larda İstanbul’da batılı tarzda tiyatrolar açılır. İlk Türkçe tiyatro ise 1860’da Hoca Naum’un Ermeni sanatçılardan oluşan bir kumpanya kurmasıyla başlar. Aynı yıl Şinasi’nin yazdığı Şair Evlenmesi de ilk Türkçe piyestir. Ayrıca bu dönem opera ve operet gibi müzikli sahne eserleri de yaygınlaşmaya başlar.
Pera civarında yabancı ressamlar, resim atölyeleri ve Pierre Désire-Guillomet’nin açtığı ilk özel akademi vardır. İlk kez devlet dairelerine asılmak üzere portresini yaptıran padişah 2. Mahmud’tur.
19. yy.da Türkler arasında Batı müziğine olan ilgi artar ve Abdülmecid devrinden itibaren kadınların da piyano çaldığı görülür. En ünlü kadın piyanistlerden Leyla Saz’ın anılarına göre, yüksek burjuvaziye mensup ailelerin kızları Çırağan ve Dolmabahçe’de Muzıka-i Humayun hocalarından dersler almıştır. Bu dönemde sarayda kadınlardan oluşan bir koro ve orkestra da vardı. Opera, operet ve bale temsilleri verir, saray dışında Naum Tiyatrosu’nda da sahneye çıkarlardı. Üyeleri çoğunlukla Ermeni, Musevi ve Rum’du.

Padişahlar ve Klasik Batı Müziği

3. Selim

Osmanlı’daki köklü reformları başlatan ilk padişah olan 3. Selim, batı müziğine de ilgi duyuyordu ve 1797 yılında Batı’lı bir opera topluluğunu Topkapı Sarayı’na davet etmiş ve Osmanlı'da opera izleyen ilk padişah olmuştu.

2. Mahmud Dönemi

2. Mahmud, 1826’da Yeniçeri teşkilatını kaldırmış ve yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediyye’yi kurmuştur. Bu aynı zamanda, 1329’dan 1826’ya kadar savaşlarda önemli bir işlevi olan Mehterhane’nin kaldırılışı anlamına da gelmiştir. 1826 yılında ülkemizde çok sesli müziğin ilk kurumu olan ve batı müziğini öngören Muzıka-i Hümayun kurulmuştur.    
2. Mahmud Batı Müziği’ne bunca destek vermesine rağmen, Türk müziğine daha yakındı. Bu alanda bestelediği 26 eser günümüzde bilinmektedir.

1. Abdülmecid
Abdülmecid

1823 yılında doğmuş, 1839’da tahta çıkmış 1861’te ölmüştür. Batılı anlamda müzik dersi alan ve piyano çalan ilk padişahtır.  Türk müziği bestesi yapmamış ancak iki müziği de eşit derecede korumuştur. Muzıka-i Humayun’u geliştirmiştir. Naum Efendi tiyatrosuna parasal desteklerde bulunmuş, bizzat giderek opera ve tiyatrolarını izlemiş hatta “Dolmabahçe Saray Tiyatrosu”nu yaptırmıştır.
Kızı Fatma, Guatelli Paşa’nın öğrencisiydi ve müziğe yetenekliydi. Oğlu Mehmed Burhaneddin, torunu İbrahim Tevfik de besteci ve müzisyendi.  

Abdülaziz

Abdülmecid’in kardeşi olan Abdülaziz 1830’da doğmuş, 1861’de tahta çıkmış ve 1876 yılında ölmüştür. Türk müziğine daha çok ilgisi olduğu düşünülmekle birlikte, Wagner’e verdiği mali destekten de anlaşılabileceği üzere Batı Müziği ile de ilgileniyordu.[1]Klasik Batı Müziği bestesi yapan ilk padişahtır. Piyano, lavta ve ney çalmıştır. Yayınlanmış 4 piyano eseri olduğu bilinmektedir ancak günümüze bunlardan yalnız biri, “Invitation a la Valse” kalmıştır. Üç Türk müziği bestesi de vardır.
Oğullarından ve torunlarından Mahmud Celaleddin, Mehmed Seyfeddin ve Mehmed Cemaleddin de babaları gibi her iki türde eser vermiş, flüt ve piyano çalmışlardı.
Abdülaziz


5. Murad

Abdülmecid’in oğlu olan 5. Murad, 1840 yılında doğmuş, 1904 yılında ölmüş, Abdülaziz’den sonra 3 ay kadar kısa bir süre padişahlık yapmıştır. Çok yetenekli ve verimli bir bestecidir. 488 adet marş, polka, mazurka, vals, schottisch, galop, quadrille ve benzeri türde solo piyano eseri yazmıştır. Besteciliğinin yanı sıra piyano ve keman çalardı. Lombardi Bey ve Donizetti Paşa’nın öğrencisi olmuştur. Büyük olasılıkla, bir Türk halk türküsünü piyano için çok seslendiren ilk besteci ve padişahtır.
Çocuklarından Fehime, Hadice, Fatma ve Mehmed Selahaddin, torunlarından Behiye, Rukiye, Celile ve Ahmed Nihad hepsi piyano çalar ve besteler yapardı.

2. Abdülhamid

Abdülmecid’in oğlu, 1842 yılında doğmuş, 1876’dan 1909’a dek tahtta kalmış ve 1918 yılında ölmüştür. Birçok saray hocasından piyano ve Klasik Batı müziği dersleri almış, keman çalmıştır. Klasik Batı müziğine özel bir önem vermiştir. Yıldız Saray Tiyatrosu’nu yaptırmış, orada opera izlemiş, devamlı bir konser dizisi düzenletmiş, Avrupa’dan meşhur opera ve tiyatro sanatçılarını ve virtüözleri İstanbul’a davet etmiştir.
Bütün çocukları ve eşleri piyano çalar ve beste yapardı. İlk eşi Nazik Eda Baş, kızları Refia, Naime, Şadiye, Ayşe ve Zekiye, oğulları Mehmed Selim, Abdürrahim Hayri ve Mehmed Burhaneddin çok iyi piyano çalarlar ve beste yaparlardı.
2. Abdülhamid’den sonra tahta geçen 5. Mehmed Reşad, 6.Mehmed Vahdeddin ve son halife 2. Abdülmecid de klasik batı müziği ve piyano eğitimi almalarına rağmen Türk müziğine daha çok eğilmişlerdir. 1922-24 arasında görev yapan Halife Abdülmecid ise güzel sanatlarda çok yetenekli, iyi bir besteci ve ressamdı. Konçerto ve piyano sonatı gibi formlarda besteler yapmasının yanı sıra, halen İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nde bulunan Saray’da Beethoven adlı tablosu yeteneğinin göstergesi sayılabilir.

Muzıka-i Hümayun

1826 yılında, Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin tören yürüyüşlerine eşlik edecek bir “boru takımı” olarak kurulmuş, Yeniçeri Ocağındaki Mehterhane’nin ve saraydaki geleneksel sanat müziği topluluğu Meşkhane’nin yerini almıştır. İstanbul'da bugünkü İTÜ Taşkışla'da açılmıştır. Başlangıçta Ahmet Efendi ve Manguel adlı müzisyenlerin yönetiminde olmasına rağmen, 1828’de yönetime İtalya’dan Giuseppe Donizetti (d. 1788-ö. 1856) getirilmiştir.
Muzıka-i Humayun, içinde birçok orkestrayı barındıran, sarayın müzik hocalarının yanı sıra sözü geçen bütün bu konularda saray dışındaki tiyatro ve konser salonlarında sahneye çıkan, akla gelebilecek bütün orkestraları ve komple konservatuar öğretim heyetini de kapsayan, Batı müziğinin yanı sıra Türk Müziği bölümü de olan bir çeşit merkezi sistemle yönetilen bir müzik devletini andırmaktaydı.
En parlak döneminde 500 kişi iken Abdülhamid döneminde 350, Balkan Savaşı’nda bazı müzisyenlerin şehit düşmesinden sonra 120 kişiye düşmüştür. Padişahın özel bütçesinden finanse edilirdi ve kumandanlarının rütbesi bugünkü Orgeneral’e eşitti. Muzıka-i Humayun üyeleri askeri rütbe sahibiydi, böylece imparatorlukta müzisyenliğin itibar kazanması amaçlanmıştı. Cumhuriyet’in kurulmasıyla Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın üyeleri ve konservatuar kadrolarının birçoğu buranın üyelerinden oluşmuştur.

Guiseppe Donizetti

Aşk İksiri, Alayın Kızı, Lucia Di Lammermoor ve Don Pasquale gibi ünlü opera buffa örneklerini veren besteci Gaetano Donizetti’nin (d.1797-ö. 1848) abisidir. Napolyon ordularında bando denetçisi olarak yıllarca çalışmış, Avusturya ve İspanya seferlerine katılmıştır. Waterloo'daki kesin yenilgisi üzerine 1828 yılında İstanbul'a gelmiştir. Donizetti, ölümüne dek Muzıka-i Hümayun’un başında kalmıştır ve göreve başladığından itibaren 6 ay gibi kısa bir zamanda onu bir “saray bandosu”na dönüştürmüştür.  İlk konserini 19 Nisan 1829’da bir bayram töreninde Sultan 2. Mahmud’un huzurunda vermiştir.
“Giuseppe Donizetti, “Osmanlı Saltanat Muzıkaları Baş Ustakarı” olarak, batı müziği yöntemlerine göre bandoyu eğitmiş ve geliştirmiştir. Muzıka-i Hümayun, aynı zamanda bir “müzik okulu” özelliği kazanmıştır. Flüt, piyano, armoni ve çalgılama (instrumentation) derslerini Donizetti vermiş, Avrupa’dan hem çalgı öğretmenleri, hem çalgılar getirtmiştir. Sultan 3. Selim’in[2] isteği üzerine Hamparsum Limonciyan (d. 1768-ö.1839) tarafından geliştirilen ve Hamparsum Yazısı adıyla bilinen geleneksel Türk Müziği yazısı Muzıka-i Hümayun’da kullanılmamış, batı müziği yazısı benimsenmiştir.
Donizetti, profesyonel müzik eğitimi ve bando çalışmalarının yanı sıra, öteki müzik etkinliklerine de yönelmiştir. 1840 yılı dolayında sarayda yaylı çalgı toplulukları oluşturulmuş, Avrupa’dan opera notaları getirilmiştir. (…)”[3]
Çeşitli eserleri arasında 1828’de yaptığı Mahmudiye ve 1839’da bestelediği Mecidiye marşları önemlidir. Bu marşlar, isimlerine bestelendikleri padişahın saltanatı süresince milli marş olarak kabul edildi. Daha sonra İstanbul’a gelen Liszt, Mecidiye marşı üzerine bir parafraz bestelemiştir.

Guatelli Paşa

Başarılarından ötürü kendisine “general” rütbesi verilen Donizetti Paşa’nın 1856’da ölmesinden sonra, Callisto Guatelli Paşa göreve getirilmiştir. Bilinmeyen nedenlerden dolayı 1858’de görevine son verilmiş, bu yıllar Muzıka-i Humayun için duraklama yılları olmuştur. 1868’de, Naum Tiyatrosu’ndaki konuk opera orkestralarını yönetmekte olan Guatelli tekrar aynı pozisyona getirilmiş ve İmparatorluğun Genel Müzik Müdürü unvanıyla 1899 yılındaki ölümüne kadar bu görevde kalmış[4] ve onun döneminde bando, iyi bir armoni topluluğu niteliği kazanmıştır.

Birçok bestesinin ve marşlarının arasında Abdülaziz'e ithaf ettiği Osmaniye Marşı, Aziziye Marşı, Şefkat Marşı ve Osmanlı Sergisi Marşı önemli bir yer tutar.

Muzıka-i Humayun şef ve öğretmenleri

Guatelli Paşa’nın görevden alındığı on yıl süresince yine bir İtalyan olan Pisani bu görevi sürdürmüştür ancak selefine göre sönük kalmıştır. Guatelli’nin yaşamının son üç yılında Fransız vatandaşı Katolik bir Ermeni olan Dussap Paşa kumandanlık yapmıştır ancak o da büyük bir başarı gösterememiştir.
1880 yılında, artık yaşlanmış olan Guatelli Paşa’ya yardımcı olması amacıyla Paris Konservatuarı’nda öğrenim yapmış bulunan d’Arenda adlı İspanyol asıllı bir piyanist de saraya getirilmiştir. 1899-1909 yıllarında görev yapan ve “Arenda Paşa” olarak bilinen bu müzikçinin katkılarıyla nota kitaplığı yeniden düzenlenmiş, bandoya yeni bir çalgı olan saksofon ailesi eklenmiş ve topluluğun kuruluş biçimi Fransız bandolarına göre yenileştirilmiştir.
1908 yılında Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Muzıka-i Humayun’da görevli olan yabancı müzisyenlerin yerine, hepsi Guatelli’nin öğrencileri olan Türk müzikçiler atanmıştır. “İzmir Marşı”, “Plevne Marşı” gibi besteleri olan Mehmet Ali Bey, Arenda Paşa’nın yardımcısı Zati Bey (Arca) ve Flütist Saffet Bey (Atabinen) (1858-1939) kurumda görevlendirilmişlerdir. Bu dönemde Saffet Bey hem bandonun hem de orkestranın yöneticisi olmuştur. Paris’te Theodor Dubois ile piyano ve kompozisyon çalışmıştır. Beethoven’ın senfonilerinin seslendirilmesini gerçekleştirmiş ve opera, bale, uvertür gibi büyük formlarda eser veren ilk bestecimiz olmuştur.
Muzıka-i Humayun, son kumandanı Osman Zeki Bey (Üngör) (1880-1959) döneminde oldukça gelişmiş bir düzeye gelmiştir. 1917-18’te Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan’da konserler vermiştir. Osman Zeki Üngör, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın da ilk şefi olmuştur.
Kumandanlar dışında, orkestralarda çeşitli görev alan veya bazı orkestraları yöneten ve öğretmenlik de yapan şefler vardı. Türklerden Necib Paşa ve Hamidiye Marşı’nı besteleyen Rıfat Bey bunlardandır. Yabancı şeflerden Paul Lange Bey Tophane Bandosu şefiydi. Arturo Stravolo Bey Saray Operası’nı idare eder ve operalarda rol alırdı. Edgar Manas (1875-1964) ise İtalya’da Trevellini ile piyano, Butazzo ile teori ve kontrpuan çalışmıştı. 1850-1941 yıllarında yaşayan Macar Tevfik Bey, İstanbul’a yerleştikten sonra piyanist olarak ün yapmış ve 1876’da sarayın piyano öğretmenliğine getirilmişti. Luigi Arditi Paşa, İngiltere’de Crystal Palace’da Kraliçe Viktorya’ya Türk Kasidesi’ni bestelemişti.
1930 yılında ölen İtalyan müzisyen Italo Selvelli, Tophane Muzıkası başında askeri bando şefiydi. 1909-1918 yılları arasında milli marş olan Reşadiye Marşı'nı bestelemişti.
Yukarıda bahsettiğimiz isimlerin yanı sıra Düssek Paşa, Pisani, Lombardi, Wondra ve Aleksan Beyler de vardı.

Darülelhan

1917 yılında İstanbul’da kurulduktan sonra 1921 kapanır, ancak 1923'te tekrar açılır. Ülkemizde halka açık eğitim veren ilk okuldur. Ağırlıklı olarak Türk Sanat Müziği alanında eğitim vermesine rağmen İstanbul Belediye Konservatuarı’nın öncülü sayılabilir.
Cemal Reşit Rey, Zeki Üngör, Besim Tektaş, Muhiddin Sadak, Mesut Cemil, Veli Kanık Batı Müziği, Rauf Yekta, Mesut Cemil, Ahmet Irsoy, Santuri Ziya, Hayriye (Örs) ve Tanburi Faize (Ergin) Türk Müziği bölümünde görev aldılar.

Opera ve Operetler

İstanbul'a ilk opera trupunu 1830 yılında Venedikli Giustiniani adlı bir İtalyan getirterek halkın izlemesini sağlamıştır. Türkçe ilk opera ise 1840 yılında, Donizetti'nin “Belisario” operasının Türkçe'ye çevrilmesi sayesinde sahnelenmiştir. Dört yıl sonra ilk Türkçe librettoyu, Abdülhak Hamid’in babası Hayrullah Efendi yazmıştır.

Naum Tiyatrosu ve Diğer Tiyatro Salonları

1840 yılında Bosco adlı bir İtalyan, bugünkü Galatasaray Lisesi'nin karşısında 400 kişilik bir tiyatro binası yaptırmıştır. 1844 yılında ise tiyatroyu Halepli Tütüncüoğlu Mihail Naum Efendi'ye devretmiştir. Naum Efendi ilk olarak Donizetti'nin “Lucrezia Borgia”sını, sonrasında ise uzun yıllar Rossini'nin “Sevil Berberi”ni oynatmıştır. 1846 yılında tiyatro yanar ancak yardımlarla iki yıl sonra bugünkü Tokatlıyan İşhanı'nın bulunduğu yerde tekrar kurulur. Açılışa padişah Abdülmecid de gelmiştir. Naum Efendi, operaları, İtalya'da oynandıktan 1-2 ay sonra sahneye koyardı. 1866 yılında Abdülaziz de tiyatroya gelerek Verdi'nin La Traviata'sını izler ve maddi yardımda bulunur. Padişahların yanı sıra 1869'da İngiliz veliahtı ve Avusturya İmparatoru Franz Joseph de burada opera izler. 1870 yılında İstanbul'da çıkan çok büyük bir yangında tiyatro yanar bir daha açılamaz.
Abdülmecid'in yaptırdığı saray tiyatrosu 1859 yılında, bugünkü İnönü Stadı'nın olduğu yerde “Dolmabahçe Saray Tiyatrosu” adıyla açılmıştır. Ancak beş yıl sonra yanarak yok olmuştur. İkinci saray tiyatrosu 1889 yılında Abdülhamid tarafından Yıldız Sarayı'nda yaptırılmıştır.  Arturo Stravolo Bey Abdülhamid'in çok beğenisini kazanmış ve ailenin en büyüğü Salvatore Stravolo ile birlikte uzun yıllar bu operada çalışmıştır.

Opera ve Operet Bestecileri 

“Operet besteleyen ilk Türk Haydar Bey’dir. Librettosunu ise Ahmed Midhat Efendi yazmıştı. Çuhacıyan’la aynı derecede popüler olabilen ilk Türk operet bestecisi ise Muhlis Sabahaddin Bey’dir. Türkiye’nin Moliére’i, Musahibzade Celal Bey’in muhtelif piyeslerine alaturka musikimizin tanınmış bestekârları müzik yazmışlardır.”[5]  
1868’de Güllü Agop, Gedik Paşa Tiyatrosu’nda Télémaque operasını Türkçe sahneye koymuş, bir yıl sonra aynı yerde Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun’u üzerine, Mustafa Fazıl Efendi’nin bestelediği ilk Türk operası sahnelenmiştir.
Dikran Çuhacıyan, ressam Vardakes Isdepanian
Tanzimat döneminin en çok bilinen opereti Dikran Çuhacıyan’ın (d. 1837-ö. 1898) 1875’te sahnelenen “Leblebici Horhor Ağa” adlı eseridir. Aynı bestecinin yazdığı ilk opera olan Ermenice Arsas operası ise 1868’de Naum Tiyatrosu’nda sergilenmiştir. Dikran Çuhacıyan, 1860-1864 arasında Milano Konservatuarı'nda piyano ve armoni çalışmış, “hafif opera” örneklerini incelemiştir. Çuhacıyan’ın diğer operetleri Olympia (1896), ilk Türk Opereti Arif’in Hilesi (1872)[6], Şerif Ağa (1872), Köse Kâhya (1875), Zemire (1881), İndiana (1896) olarak sıralanabilir. Dikran Çuhacıyan'ın opera ve operetler dışında 2. Abdülhamid'e ithaf ettiği Hamidiye Marşı bulunmaktadır. 1862'de Çuhacıyan, bu toprakların ilk müzisyen cemiyetini (Şark Musiki Cemiyeti) ve 1874 yılında Beyoğlu Hazzopula Geçidi'nde Adam'ın Konser Salonu'nda “Opera Tiyatrosu”nu kurmuştur.
Yukarıda sayılanların yanı sıra Musahipzade Celal Bey, Muhlis Sabahattin Bey, Kaptanızade Ali Rıza Bey de operetlere katkı koymuşlardır.

Kantolar

19. yy.da İstanbul’da Batı etkilerinin artmasıyla ve Anadolu’nun çeşitli yörelerinden gelen farklı kimliklerin etkisiyle ne Doğu ne Batı müziği diyebileceğimiz bir eğlence müziği doğmuştur. Müzik de bu dönemde modernleşmenin yansıdığı sanatlardan biri olmuştur.  Latince “Cantus”, İtalyanca “Canto” kelimelerinden gelen ve şarkı, ezgi, şarkı söyleme sanatı anlamlarını taşıyan kanto, İstanbul’daki orta sınıf halkın eğlence hayatında etkili olan bir müzikal tür olarak oluşur. Ramazan gecelerinde Direklerarası’nda, sonraki dönemlerde Pera’da devam eden kanto eğlencelerinin icracıları genellikle Ermeni, Rum, Yahudilerden oluşuyordu.  

Osmanlı'da Ermeni Müzisyenler

19. yy. Osmanlı'da Dikran Çuhacıyan'ın yanı sıra Harutyun Sinanyan ve hanedanın ve Darülelhan'ın ve sarayın armoni, kontrpuan ve piyano hocalığını da yapan Edgar Manas gibi önemli Ermeni besteciler vardı. Hamparsum Limonciyan'ın notalamaya, Zilciyan ailesinin zilciliğe getirdiği katkılar da önemlidir. Kuşkusuz Osmanlı'nın son dönemlerindeki en önemli Ermeni bestecilerden biri Gomidas'tı.

       Gomidas

1869'da Kütahya'da doğdu. 12 yaşında Eçmiadsin'e giderek Kevorkyan ruhban okulunda kilise eğitimi gördü ve kilisede müzik öğrenimine devam etti. Eğitiminin sonunda aynı okula müzik öğretmeni olarak atanır. Hampartsumyan nota sistemine uzmanlık derecesinde vakıf olan, Ermeni kilise ilahilerinin tümünü ezbere bilen, Ermeni dünyevi müziği konusunda geniş çalışmaları olan Gomidas, sürekli kendini yenilemeye devam eder. Daha sonra zengin bir hayırseverin desteğiyle Almanya'da Berlin konservatuarında eğitim alır. Bu sırada kurulan Uluslararası Müzik Cemiyeti'ne dünyaca ünlü müzikologlar arasında tek öğrenci olarak kurucu üye sıfatıyla kabul edilir. Bu dönemde verdiği seminerler Ermeni müziğine çok ilgi çekmiş, hatta sesinin güzelliği de ilgi çekerek Berlin operası müdüründen solistlik teklifi bile almıştır. Osmanlı'da Ermenilerin yaşadığı çeşitli bölgelerden 3-4000 şarkı derlemiştir ancak bunlardan 100 tanesi basılabilmiştir. Berlin'deki eğitimi bitince Eçmiadsin'e döner ve makale yazma, konser-konferans verme, derleme ve düzenleme çalışmalarına buradaki Kilise'de koro yöneticisi olarak çalışarak devam eder. Bu coğrafyada ilk bilimsel müzik araştırmalarını gerçekleştirmiş kişi olarak kabul edilebilir.

Gomidas'ın eserlerinden ve derlemelerinden çok azı günümüze ulaşmıştır. Bunlardan biri de Hovhannes Tumanyan'ın şiiri üzerine bestelediği “Anuş” operasıdır. Gomidas, yüzlerce yıldır unutulmuş olan Ermeni notasyonu “Khaz”ı çözmüş, ancak bu konudaki çalışmalarını da yayınlanmamış ve kaybolmuştur. Türk ve Ermeni müziklerinin yanı sıra Kürtçe müzikleri de incelemiştir. Ermeni Kilisesi'nin ana ayinini çok seslilendirmiş ve 7 varyasyonuyla hazırlamıştır ancak bu da kaybolmuştur. 
1910 yılında Gomidas İstanbul'a gider. İstanbul'daki Ermeni topluluğunun yanı sıra aydın çevrelerinde de sevilip sayılmıştır. Çeşitli konserler düzenlemiş, koro yönetmiş, besteler yapıp seslendirmiştir. Dönemin içişleri bakanı Talat ve savaş bakanı Enver Paşa'lar da Gomidas'ın bir konserini izleyip beğenmişlerdi. Sonradan son halife olacak olan ve güzel sanatlara yakınlığıyla bilinen şehzade Abdülmecid de Gomidas'ı dinlemiş ve hayran olmuştu. Prof. Kurt Sachs ve Debussy gibi Avrupalı müzikçiler de Gomidas için övgü dolu sözler söylemişti.  1915 yılındaki sürgünden geri dönebilmiş olsa da 1935 yılındaki ölümüne dek eski sağlığına kavuşamamıştır.

Avrupa'lı Müzisyenler ve Osmanlı

Osmanlı'ya davet edilen en önemli müzisyen Macar besteci ve piyanist Franz Liszt'tir. Abdülmecid'in padişahlığı döneminde, 1847 Haziran'ında gelmiş ve müzik dükkanı sahibi “levanten” Alexandre Comendinger'in Beyoğlu'ndaki evinde misafir kalmıştır. Sarayda, Avusturya Sefareti'nde ve Fransız Sefiri'nin evinde konserler vermiştir. Abdülmecid'in huzurundaki konserini Dolmabahçe Sarayı'nın yanındaki Beşiktaş Sarayı'nda vermiştir. Donizetti'nin “Marş-ı Sultani”sinde yer alan ezgiyle uzunca bir fantezi yaparak Saray'dan bir nişan istemiştir ve 4. derece Mecidi Nişanı ve 125 altın değerinde mücevherli bir kutu verilmiştir. O dönemde Osmanlı'da müzisyenlere yüksek nişanlar vermek adet olmadığı için Liszt'in Avrupa saraylarında aldığı daha üst dereceli nişanlar arasında bu daha düşük kalmıştır. Donizetti'nin Mecidiye Marşı üzerine bestelediği Parafraz'ı bu konserlerinde çaldığı tahmin edilmektedir.
1848 yılında ünlü kemancı Vieuxtemps da İstanbul'a gelmiş ve sarayda padişahın huzurunda konser vermiştir. Ona da dördüncü dereceden bir nişan verilmiştir.
O dönem dünyanın büyük şeflerinden biri olan Angelo Mariani, 1849-52 yıllarında konuk şef olarak Muzıka-i Humayun'u idare etmiştir.
1856-57 yıllarında İstanbul'a gelen Luigi Arditi, Naum Tiyatros'unda bazı opera temsilleri yönetmiştir.
Rossini, Johann Strauss, Eduard Strauss, Henri Herz, Alfred Gungl ve Saint-Saens gibi önemli besteciler padişahlara eserlerini ithaf etmişlerdir.   

       Ek: Notalama Sistemi

“19. yy.a kadar geleneksel Türk müzik tarihinde yer alan müzik yazıları (notasyon) özgün buluşlardır: Ebced yazıları başta olmak üzere Ali Ufki yazısı, Kantemiroğlu yazısı gibi müzik yazıları genellikle belli kişilerin el yazması yapıtlarında kullanılmış, ancak dönemlerinin bestecileri, seslendiricileri vb. arasında yaygınlaşamamıştır. (…)”[7]
18. yy. ortalarında Ali Ufki Bey “Mecmua-i Saz ü Söz”ünde ilk kes batı notasyonunu (solmizasyon) kullanmış, ancak Arel-Ezgi sistemi gibi o da 20. yy.a kadar yerleşememiştir. Çeşitli sistemler arasında en çok kullanılanı Hamparsum notasyonu olmuştur.
“Yüzyıllar boyunca Ermeni müzisyenler “Khaz” adıyla anılan eski Ermeni nota sistemini kullandılar. Ne yazık ki günümüze ulaşamayan bu notalama sisteminin sözcüklerin üzerine yazılan 100’den çok işaretten oluştuğu biliniyor.
1768-1839 yılları arasında yaşayan kilise baş mugannisi “Baba” Hampartsum Limonciyan, Khaz sanatının unutulmasından sonra kulaktan-kulağa öğretilen ilahilerin değişikliğe uğramasını önleyebilmek amacıyla, eski “işaretlerden” yedi tanesini seçip Avrupa nota sistemine uyarlar ve porte olmadan kullanılabilecek bir nota sistemi yaratır. Daha sonra kendi adıyla “Limonciyan” veya “Hampartsumyan” olarak anılacak olan bu sistem hızla yayılarak hem kiliselerde hem de dünyevi müzik alanında kullanılmaya başlanır. Bu nota sisteminin yaygınlaşmasıyla birlikte, o zamana kadar sözlü olarak devredilen sayısız Osmanlı müzik eseri de notaya alınarak muhakkak bir kayıptan kurtarılmıştır. Arşivlerde korunarak günümüze ulaşan hemen bütün müzik eserleri, Hampartsumyan notalarıyla kaydedilmiştir.”[8] 

Kaynaklar

ÖNDİN, Nilüfer, 2003, Cumhuriyet’in Kültür Politikası ve Sanat, İnsancıl Yayınları, İstanbul
YENER, Faruk, 1992, 100 OPERA, 3. Baskı, Bateş Yayınları, İstanbul
YENER, Faruk, 1990, Şu Eşsiz Müzik Sanatı, Cem Yayınevi, İstanbul
REFİĞ, Gülper, 2012, Özsoy Operası Bir Perdelik Efsane, Atatürk ve Adnan Saygun, Boyut Yayıncılık, İstanbul
REFİĞ, Gülper, yayınlanmamış Türk Müziği notları
SAY, Ahmet, 2006, Müzik Tarihi, 6. Baskı, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara
NALCI, Tamar, 2010, Gomidas Bu Toprağın Sesi, Doğumunun 140. Ve Ölümünün 75. Yılında, Avrupa Kültür Başkenti kapsamında yayınlanmış kitapçık, İstanbul
KOSAL, Vedat, 2001, Osmanlı’da Klasik Batı Müziği, EKO Basım Yayıncılık ve Organizasyon Ltd. Şirketi, İstanbul




[1]    Vedat Kosal, Wagner'e mali destek veren padişahın 2. Abdülhamit olduğu söylüyor ancak Faruk Yener Şu Eşsiz Müzik Sanatı'nın “Bayreuth Festival Evi” bölümünde bu padişahın Abdülaziz olduğunu yazmış. Festival evinin yapımı 1876'da tamamlandığı ve Abdülhamit de aynı yıl tahta çıktığı için desteği yapanın Abdülaziz olduğunu düşünmek daha mantıklı görünüyor.
[2] Osmanlı padişahlarının çoğu bir sanatta veya zanaatta ustalaşmışlardı. Batılılaşma Dönemi padişahlarından 3. Selim Klasik Türk Müziği bestecisi, son halife Abdülmecid de ressamdı.
[3] Ahmet Say, Müzik Tarihi, 510
[4]    Guatelli Paşa'nın Muzıka-i Humayun kumandanı olarak görevlendirildiği tarihler Vedat Kosal'ın Osmanlı'da Klasik Batı Müziği kitabından alınmıştır. Gülper Refiğ'e göre Donizetti Paşa'nın 1856'daki ölümünden sonra yerine Necib Paşa getirilmiş, beş yıllık görevinden sonra, Guatelli Paşa, Abdülaziz devrinde padişaha ithaf ettiği “Marş-ı Sultani” ile yeni hükümdar tarafından ödüllendirilerek 1861'de Muzıka-i Humayun kumandanlığına atanmıştır.
[5] Vedat Kosal, Osmanlı'da Klasik Batı Müziği, 116.
[6] Ahmet Say, 1872 yılında Şerif Ağa, 1875 yılında Arif'in Hilesi şeklinde kronolojik bir sıra vermiştir. 
[7] Ahmet Say, Müzik Taihi, 511
[8] Tamar Nalcı, Gomidas Bu Toprağın Sesi, Doğumunun 140. Ve Ölümünün 75. Yılında, 14