Aydınlanma ve Müzik – Oxford Aydınlanma
Ansiklopedisi - Thomas Christensen
Müzik, Aydınlanma için kritik bir anlam
taşıyordu. İlk ve öncelikli olarak, provokatif bir opera metniyle, duygusal bir
baladla, sakıncalı bir politik şarkıyla ya da harekete geçirici devrimci bir
kantatla birçok fikrin –ve idealin- etkili şekilde geniş halk kitlelerine
iletilebileceği güçlü bir araçtı. Ancak müzik, metinlerin aktarıldığı sesli bir
araç olmanın çok daha ötesindeydi. Kendi başına da felsefi analiz için
zorlayıcı bir konuydu: estetik olarak açıklamak için etkileyici bir sanat;
işaretbilimsel (semiotic) olarak çözmesi güç, anlaşılması güç bir dil sistemi; mekanik
olarak analiz edilecek akustik bir olgu ve tarihsel ve karşılaştırmalı olarak
çalışmak üzere etnik kültürlere dair bir ayraç. Kısacası müzik, neredeyse tüm
Aydınlanma entelektüellerinin ilgisini üzerine çeken bir mıknatıstı. Bu yazıda
müziğin Aydınlanma fikirleriyle kesiştiği, özellikle birlikte tınlayan
yönleriyle, dört alana dair bir tartışma yapacağım: estetik, kültür, bilim ve
sosyal ilişkiler.
Müzikal Estetik
Müzikal estetik üzerine Aydınlanma görüşleri
özellikle zengin ve çeşitlidir. Daha önce benzeri görülmemiş şekilde müzik 18. yy.da
felsefi estetiğin ana ilgisi haline gelmiştir. Elbette ki, Aydınlanma estetik
düşüncesinde en kökten değişimlerin yaşandığı müzikal ifade ve anlamı konu alan
spekülasyonlar üzerinden olmuştur.
18. yy.da müziğin maruz kaldığı en belirgin
zorluk, o zamana dek müziğin taklitçi (mimetic) bir sanat olarak
sınıflandırılması üzerine yaşanan bir dizi gerilimin çözülmesinde yatar. Müziğin
taklitçi teorileri Aristotales’e dek uzanan bir geçmişe sahiptir. Buna rağmen,
17. yy.ın sonu ve 18. yy.ın başında -müzikologların genellikle (ya da kuşkulu
bir şekilde) “Barok” olarak adlandırdıkları dönem- müzikal taklitçiliğin
estetiği en tamamlanmış ve geliştirilmiş halindeydi. Descartes’ın Les passions de l’âme (Ruhun Tutkuları,
1649) adlı çalışmasıyla başlayan ve sonrasında Jean-Baptiste du Bos (Réflexions critiques sur la poésie et sur la
peinture [Şiir ve Resim Üzerine Eleştirel Düşünceler, 1719]) ve Charles
Batteux (Les beaux-arts réduits à un même
principe [Tek Bir Prensibe İndirilmiş Güzel Sanatlar, 1746]) gibi Fransız
eleştirmenler tarafından geliştirilen fikre göre, müzik de resim ve şiir gibi
taklitçi estetiğe sahipti ve baştan sona insanın tüm tutkularını ya da
“duygularını” (affections) yakalama ve yansıtma yetisine sahipti. Verili bir
müzik bestesi, ideal olarak, dinleyicinin tanımlayıp empati kurabileceği, bir
tutkunun bir anlamda yansıması olan tek bir duygusal etkiye sahiptir.[1]
Barok müzik teorisinde, duyguların (affect)
sunulabildiği bir dizi belirli müzikal araç vardı. Özellikle Alman yazarlar,
çeşitli duyguların ya da niteliklerin belirli tonlarla, modlarla, melodik
“figürlerle” ve ritmik jestlerle nasıl ilişkili olduğunu ayrıntılarıyla yazmak
konusunda çok gayretliydiler. Bu anlamda, müzik teorisyenleri sıklıkla
retorikle[2]
benzerlik kuruyorlardı. Retorikte de yetenekli bir konuşmacının belli konuşma
figürleri, konuları ve iletme biçimleri kullanarak istenilen duyguları nasıl
ortaya çıkarabileceği ve sürdürebileceği öğretiliyordu. Bu temelde, üretken
müzik teorisyeni Alman Johann Mattheson müzik bestesine özellikle “sesli
söylev” demiştir. D’Alembert’in de Ansiklopedi’nin Önsöz’ünde yazdığı gibi,
müzik “ruhun farklı hislerinin ya da farklı tutkularının ifade edildiği bir tür
söylev, hatta bir dildir.”
Yine de, müzik ve duygu arasındaki ilişki pek
şeffaf değildir. Bu nedenle 18. yy.ın birçok yazarı, vermek istediği duyguyu
tanımlayabilmesi için müziğin şiirsel bir metnin yardımına ihtiyacı olduğunda
ısrar etmiştir. 18. yy eleştirmenleri aynı düşünceyle, enstrümantal (sözsüz,
çalgısal müzik, çev.) müziğe “gürültü” ve “anlamsız uğultu” diyerek karşı
çıkmışlardır. Bernard Fontenelle birçok çağdaşının şaşkınlığını, enstrümantal
müziği ele aldığı şu ünlü sorusuyla yansıtmıştır: “Sonate, que me veux-tu?”
(“Sonat, benden ne istiyorsun?”). Enstrümantal bir sonat ya da klavye fügü
kulağa eğlenceli gelebilir ve çalan kişi için eğlendirici bir oyalanma olabilir
ama vokal müziğin anlambilimsel (semantic) açıklığı olmadan asla aynı estetik
statüye erişemez.
Şüphesiz, müziğin
taklitçi bir sanat olduğu yolundaki kabul görmüş sınıflandırmaya karşı
potansiyel bir karşı tez oluşturacak daha matematiksel müzik anlayışları da
vardı ve müziğin malzeme ve biçiminin yapısal olarak bağımsız doğasını
vurguluyorlardı. Hatta saf harmonia’da – belli bir orana sahip ses
elemanlarının ölçülebilir oranları-
yatan müzikal güzellik kavramının uzun bir neo-Platoncu geçmişi vardı.
Ancak buna rağmen 18. yy.ın ikinci yarısındaki bazı anlayışlı yaklaşımlar dışında
(özellikle de Shaftesbury,
Diderot ve Herder’in yazılarındaki) kimse müzikal biçimciliği sistematik olarak
geliştirmedi. En azından, taklitçi teorinin kabul edilirliğini ve karşı
konulmaz prestijini tehdit edebilecek dereceye ulaşamadılar. Bunu istedikleri
de söylenemez çünkü müziğin karşı konulmaz taklitçi gücünün çok yakıcı şekilde
hissedilebildiği bir müzik türü vardı: opera. Operada, müziğin etkileyici,
duygusal anlamı metinle açıkça ortaya konuyordu. Ara sıra karşılaşılabilen
enstrümantal ya da dans müziğinde de dramatik bağlam bunu sağlıyordu. Özellikle,
İtalyan opera seria’da (18. yy.
boyunca Fransa’nın dışında en baskın opera türü) aryalar ve topluluk müzikleri yansıttıkları
duyguya bağlı olarak çeşitli standart türlere ayrılıyor ve numaralandırılıyordu
(aşk, öfke, matem aryaları, vs.).
18. yy. boyunca
Fransız ve İtalyan operalarının her birinin erdemlerini konu edinen birçok müzikal
broşür savaşları yaşandı: Hangi dil ve müzik duyguları iletmek için en
uygundur? Hangi dramaturjik ilkeler tutkuları hareketlendirmede en etkilidir?
Rousseau’nunki gibi muhafazakâr bir eleştiriye göre, Fransız operası bu anlamda
daha aşağıda olduğunu kanıtlamıştır. Çünkü Fransız dilinin doğası gırtlaksıdır
ve gür değildir. Ayrıca Rameau gibi Fransız besteciler tarafından tercih edilen
fazlaca rasyonelleştirilmiş bir armonik eşlik vardır.
Rousseau’nun
görüşüne göre, müzikal ifade melodide yatar. Ölümünden sonra yayınlanmış bir
dizi yazının yer aldığı Essai sur l'origine des langues (Dillerin Kökeni
Üzerine Yazılar) adlı eserinde, melodinin insan tutkularının tam ve özet
haldeki dili olduğunu iddia eder. Rousseau’ya göre konuşma dilinden önce ilk
insanlar, sözlü ifadelerden oluşan bir tür ilkel melodiyle iletişim
kuruyorlardı. Melodi insan sesinin doğal çekimlerine (ya da “aksan”larına)
uyarak, tutkuları tüm diğer müzikal araçlardan daha iyi ifade
edebilmektedir. Böylece Rousseau’ya göre
bu kökenlere en bağlı kalan müzik –İtalyan operasının melodileri gibi- en
ifadeli olandır. Bunun aksine, kontrpuan ve armoni gibi sonradan öğrenilmiş
kibirli araçlar kullanarak kökenlerinden en çok sapmaya uğramış müzik
–Rameau’nun besteledikleri gibi, soğuk ve steril kalmaya mahkumdur; herhangi
bir tutku uyandırmaktan yoksundur.
Rousseau’nun
eleştiri yazılarında ve kendi bestecilik denemelerinde savunduğu müzikal
idealler, yüzyılın ortasında halkın değişen zevkleri ve İtalyan opera buffa şarkılarındaki gibi daha
hafif ve lirik müzikal dokulara olan artan talebi sayesinde yankı bulmuştu. Genellikle
müzik tarihçileri tarafından galant denilen
bu tür, daha çok geç Barok müziğiyle ilişkilendirilen kontrpuanın
karmaşıklığını ve armonik detaylandırmayı ve ayrıca virtüöziteye dayalı
pasajları ve bunun vokal benzeri olan İtalyan opera seria’sının da capo
aryalarını bir kenara bıraktı. Onun yerine, müzikal doku bas-soprano ikiliğine
indirgendi; alışıldık kalışlarla (kadans) işaretlenen, basitleştirilmiş bir
armonik yazımın eşlik ettiği lirik ve genelde simetrik melodik çizgiler
oluşturuldu. Bu tarz galant türleri (duygusal şarkılar, minuet’ler ve klavye
için Polonezler, vs.) yoğun bir kompozisyon gelişmesi gösterememiştir. Ancak galant’ın birçok üslup özelliği
–sadelik, liriklik, düzen- müziğin gerçekten ifadeci olmasında çok büyük önem
taşır. Ayrıca Haydn ve Mozart’ın olgun “klasik üslup”unun oluşmasında ana
kaynağı teşkil eder. (Bu açıdan, 18. yy.ın ortasında, müzik tarihçilerinin
Olimpos’un zirvesi gibi büyük gördükleri “Barok” ve “Klasik”teki gibi
geleneksel bir üslup sınırlaması yoktur. Daha çok, galant ideali, 18. yy.
müziğinin tanımlayıcı ve birleştirici bir özelliği olmuştur. İtalyan operası da
yüzyılı birbirine bağlayan üslup olarak görülebilir.)
Yüzyılın
ortasında müzik eleştirmenlerinin ifade ve hassasiyete verdiği önem, estetik tartışmalarının
odağının daha psikolojik bir yöne kaydığının göstergesi olarak düşünülebilir.
Eleştirmenler müziğin duyguları ifade
edebilme yeteneğini, yansıtabilme yeteneğinden
daha fazla önemsemeye başladı. Doğal olarak bu, klasik taklitçi teorinin rasyonelleştirilmiş
işaretbilimine (ton, mod, ritm gibi belli müzikal araçların belirli duyguları
uyandıracağı düşünülen işaretbilimi, çev.) dirençli olan müzikal deneyimin
giderek öznelleşmesine yol açtı. Yüzyılın ortasından sonra özellikle
İngiltere’de bir dizi eleştirmen, müziğin harekete geçirebileceği duygusal
tepkilerle ilgilenen müzikal estetiğe daha ampirik (deney ve gözleme dayalı,
çev.) bir zeminden yaklaşmaya başladı. James Harris’e göre, müzik gerçek
anlamda duyguları taklit etmiyor, daha çok “bir çeşit doğal sempatiyle” onları
harekete geçiriyordu (Three Treatises Concerning Art, 1744). Daniel
Webb müziğin bu esrarengiz gücünü, fiziksel olarak insan vücudundaki sinirleri
ve algıları uyarmasından aldığını düşünüyordu (Observations on the Correspondence
between Poetry and Music, 1769). Adam Smith’e göre ise müziğin gücü, müzik
dinlemenin karakteristik özelliği olan duyusal ve entelektüel hazzın bir
bileşiminden geliyordu (Of the Imitative Arts, 1795). Almanya’da Johann
Sulzer Güzel Sanatlar Ansiklopedisi ile
İngiliz ampirik estetiğinin tohumlarını saçıyordu. Fransa’da ise André Morellet
ve Michel de Chabanon müzikal bilişin (musical cognition) duygusal öğelerinin
bütünde aranması gerektiğine dair etkili yazılar kaleme alıyordu.
Yine de müziğin daha duyumsal estetiğine doğru gidilen yol, 18. yy.ın
ikinci yarısındaki birçok müzik yazısın derininde pusuya yatmış görünen bir
dizi can sıkıcı ahlaki kaygıya yol açtı. Duyusal hazzı tüm diğer sanatlardan
daha içsel ve derinden uyarabilen bir sanat olarak müzik, rasyonel kontrolü en
kolay ortadan kaldırabilecek olan gibi görünür. Müzisyenler arasında giderek
yaygınlaşsa da bazı eleştirmenler tarafından enstrümantal müzik kuşkuyla
karşılanmaya devam etti. Ve dengesiz, şiddetli ve hatta erotik duygular
uyandırabilecek tehlikeli bir güç olarak görüldü. Yüzyılın üçüncü çeyreğinde enstrümantal
müziğin yaşadığı kısa ama yoğun popülerlik döneminde ortaya çıkan üsluplardan
biri de Kuzey Almanya’da Carl Philip Emanuel Bach gibi bestecilerin oluşturduğu
“duygusal” (Empfindsam) klavye
besteciliği okuluydu (Mannheim Okulu olarak da bilinir, çev.). Bu okul doku,
tonalite ve gürlükteki dramatik karşıtlıklar ve orta Avrupa’daki Haydn, Mozart, Johann Vanhall, and
Carl Ditters von Dittersdorf gibi bestecilerin orkestral allegrolarından oluşan “Sturm und Drang” repertuarıyla bilinir.
Bu orkestral eserler yürüyen ritimler, açılı temalar ve minör modun çok özel
bir kullanımıyla karakterize edilir.
Sonuç olarak, Aydınlanma’nın çok az müzik eleştirmeni müziğin taklitçi
teorilerini ve sözlü müziğn enstrümantal müziğe karşı estetik üstünlüğü
görüşünü tümüyle bırakmaya gönüllüydü. Kant bile müziği yalnızca tonal hisler
oyunu ve gelip geçici uyarımlar olarak görüyor, sanatlar hiyerarşisinin alt
basamaklarına yerleştiriyordu. Gerçek müzikal bağımsızlığın estetiğine doğru
son adımlar 19. yy.ın başlarında ilk kuşak Alman Romantikleri ile atılacaktı.
Alman Romantikleri’nin Müzikal harmonia’nın
eski saygıdeğer neo-Platoncu estetik özelliklerini yeniden canlandırdıkları
düşünülebilir. Böylece, müzik Aydınlanma
estetiğinin yolunda bir taklit sanatından ifade sanatına dönüştüyse de hala
taklitçi teori idealine bağlıydı.
Müzik ve Kültür
Yoğun estetik tartışmanın konusu olmanın yanı sıra müzik Aydınlanma’da
kültürel çalışmanın da amacı olmuştu. 18. yy.da araştırmacılar müziğin derin
tarihsel boyutunu keşfettiler. Bundan önce, eski dönemlerin müzikleri çok az
bilindiği için Antikler ve Modernler Savaşı’nın müzikal eşdeğeri daha soyut
terimler üzerinden yürütülüyordu. Antik Yunan müziğine dair ise hiçbir bilgi
yoktu. 18. yy.ın ikinci yarısında müzik tarihi üzerine ilk sistematik
çalışmalar yayınlanmaya başladı (İngiltere’de John Hawkins ve Charles Burney,
Fransa’da Charles Henri de Blainville ve Pierre Jean Burrette, İtalya’da G. B.
Martini ve Almanya’da Martin Gerbert ve Johann Forkel). Aynı zamanda,
tarihsel olarak ayrıştırıcı müzik repertuarlarıda keşfediliyor, yayınlanıyor ve
çalınıyordu. Salonlarda halkın “klasik” besteleri dinleme fırsatı sunan, belli
bir türe ayrılmış konser serileri yapılıyordu –Londra’da “Concerts of Ancient
Music” (1776), Paris’te “Concerts de la Loge Olympique” (1780) ve Viyana’da
“Gesellschaft der Associerten Cavaliere” (1778). Özellikle Handel’in müziğine
ilgi vardı (Bir görüşe göre yaygın şekilde “kutsanmış” ilk tarihi besteci
Handel’dir). 18. yy. sonlarında Johann Sebastian Bach’ın müziği de biraz
bilinmesine rağmen yalnız birkaç uzman Berlin, Viyana ve Londra’da özel
performanslarla korudu ve geliştirmeye çalıştı. Bolonya’da Martini tarihin daha
da gerilerini araştırdı ve düzenli bir şekilde Rönesans vokal eserlerinin
seslendirildiği konserler organize etti.
Seyahatnameler ve
bilimsel çalışmalar sayesinde müziğin etnik çeşitliliğinin farkına varılması, Aydınlanma’nın
müziğin daha derin bir tarihsel boyutu olduğu keşfine eşlik etti. Elbette opera
metinlerine ve bale sahnelerine egzotik düzenlemeler ve karikatürleştirilmiş
etnik karakterler koymak uzun süredir varolan bir gelenekti ve besteciler uzun
süredir belli etnik üslupları parodileştiriyordu (örneğin Haydn’ın “Çingene”
müziği ya da Mozart’ın “Türk” müziği). Ancak yavaş yavaş, değişik tonal
sistemlere, enstrümanlara ve Batı müziği dışındaki müzik kültürlerinin icra
şekillerine dair daha gelişmiş bir anlayış kazanıldı. Cizvit misyoner Joseph
Amiot’nun Çin müziği ve müzik teorisine dair 1779’da basılan eseri bu anlamda
örnek teşkil eder. Ansiklopedi de, etnomüzikologlar için hala değer taşıyan
bazı transkripsiyonlarla birlikte Hint ve Arap müziğine dair dikkate değer
tartışmalar içermektedir.
18.yy. boyunca,
müziğin ayrıştırıcı bir kültürel ayraç olarak değerine dair farkındalık giderek
derinleşti ve Avrupa müziğinin belli ulusal karakterleri üzerine daha çok
spekülasyon yapılmaya başlandı. İtalyan ve Fransız müziği arasındaki fark
üzerine çok uzun zamandır süren tartışmalar vardı. Ancak akılda tutulmalıdır ki
bu tartışmanın başlarında karakteristik özelliklerinin çoğu kültürlerinden
kaynaklanmıyordu. İtalyan ve Fransız müzikleri bir takım yerel üslup ve türler
içerse bile bunlar belli bir seviyenin üstündeki her bestecinin alıp kullanabileceği
şeylerdi. Bu üslupsal çok ulusluluk François Couperin, Johann Joachim Quantz ve
Christoph Willibald Gluck gibi bestecilerin kompozisyonlarında tüm ulusal
müziklerin en iyi özelliklerini aldıkları “karışık tatta” bir müziği
savunmalarına olanak sağladı.
Rousseau müziği
dil teorisine sıkıca kenetledikten sonra yüzyılın ikinci yarısına gelene dek
müzikte ulusal üsluplar daha organik şekilde yorumlanamadı. 1770’lerdeki
Piccini-Gluck tartışması yaklaşımdaki bu değişimleri yansıtıyordu: Acaba Alman Gluck
özgün bir İtalyan operası yazabilir miydi? İlk olarak Almanya’da –özellikle de
Herder’in yazılarının geniş bir şekilde yayılmasından sonra- eleştiri
yazılarına Alman müziğinin tanımlanması ve doğası üzerine ulusalcı ve hatta
ırkçı denilebilecek bir bilinç girdi. İtalyan bestecilik modellerini gayretle
ve tamamen özümsemiş olmasına rağmen Mozart da gururla kendine Alman besteci
diyordu. Ve kendilerine özgü Singspiel
gibi dramatik türleri ortaya koymak ve geliştirmek için büyük gayret sarf ediyordu.
Yüzyılın sonuna doğru müzik tarihçisi Johann Nikolaus Forkel Johann Sebastian
Bach’ın ilk biyografisini yazdı ve onu arsızca milliyetçi terimlerle Alman
halkının eşsiz bir yerel dehası olarak göklere çıkardı.
Bir Bilim Olarak Müzik
Müzik Aydınlanma
düşünürleri tarafından yaygın kabul gören bir duygu dili olmanın yanı sıra,
bilimsel analize elverişli eşsiz bir dil olarak da görülüyordu. Fiziksel
özellikleri titreşim frekanslarının oranlarını kullanarak kesinlikle
ölçülebilen bir olgu olarak müzik, 17. ve 18. yy. boyunca doğa bilimcileri
ampirik araştırma için kendine çekti. Örneğin Descartes, en erken eserlerinden
birinde yeni oluşmaya başlayan akılcı metodunu test etmek için müziği kullandı
(Compendium musica, c. 1618). Aslında
müzik, bilimsel devrimin ilk yıllarında çok ilgi çeken bir araştırma konusu
haline geldi. Galileo, Bacon, Mersenne, Huyghens, Hooke ve Newton, müzikal ses
uyumunun ve akortlamanın (geleneksel olarak “armonikler” ya da “doğuşkanlar”
olarak bilinir) matematiksel temelleri üzerine yazılar yazdı. Aynı zamanda,
müziğin akustik problemleri 18. yy. boyunca rasyonel mekanik ve yüksek
matematik (calculus) alanlarında çok verimli araştırmaları tetikledi. Taylor,
Euler, d’Alembert, Bernoullis ve Lagrange bu konularda çalışmalar yaptı.
Doğruluğu
tartışılır ancak, Aydınlanma düşüncesinin en karakteristik özelliği müziğe
bilimsel yaklaşım doğa felsefecisinin değil ancak birçok müzik teorisyeninin
girişimleri sonucunda gerçekleşmiştir. Müzik teorisyenleri, dilde
Port-Royale’in yaptığına benzer şekilde akılcı, evrensel bir dil olarak tonal
müziğin dilini açıklamaya çalıştılar. 17. yy.ın sonuyla birlikte Batı armonik
tonalite sistemi Avrupalı müzisyenlerce benimsenmişti. Bu tonal sistemde bir
ton ve bir eksen sesi (tonic) merkezi referans noktası teşkil eder ve tüm diğer
tonlar ve notalar yardımcı (subordinate) kabul edilir. Tüm uyumlu ve uyumsuz
sesler verimli ve rasyonelize edilmiş bir akor yürüyüşü dizilimiyle (chord
progression syntax) kontrol edilir.
Jean-Philippe
Rameau (1683-1764) Traité de l’harmonie
(Armoni Üzerine Tezler, 1722) adlı çalışmasında armonik tonalitenin dil bilgisini
ilk kez sistematik olarak analiz etmiştir. Rameau 18. yy. Fransız operasının
tarihinde belirgin bir yer teşkil eder ama kendi zamanında müzik teorisi
üzerine çalışmalarıyla ün kazanmıştı. Bu nedenle kendisine “Armoninin Newton”ı denmiştir.
Çağdaşlarının müzikal çalışmalarını dikkatli bir ampirik analizden geçirmiş ve tüm
tonal müziğin kelime dağarcığı ve dil bilgisini hesaplayabilmek/açıklayabilmek
için birkaç ilke formüle etmiştir. Bu ilkeler, müzikal uyumun bir çeşit yapay
düzenleyicisi olarak sunduğu basse
fondamentale (“esas bas[3]”) teorisinde mevcuttur.
Özünde, herhangi bir beste sürekli basında (continuo-bass) aşağıda gösterilen
bir dizi akor esasları –ya da “kökler”- içerir. Ve böylece armonik hareketin
örnek (normative) kalıpları gözlenebilir. Daha da önemlisi, Rameau tonal
müziğin armonik kelime dağarcığının çoğunu içeren uyumlu aralıkları ve esas
bastaki kök hareketinin söz dizimini bulmuştur. Böylece evrensel ve doğal bir
kaynak meydana getirmiştir: periyodik olarak titreşen herhangi bir gövdenin (corps sonore) tınlayan
parçaları (“overtone dizileri”)[4]. Bu temelde Rameau, Rousseau’yla armoninin melodi üzerindeki önceliğini
tartışmıştır. Rameau’nun iddiasına göre, armoninin doğadan kaynaklandığı
bulunmuştur ve ontolojik olarak (varlıkbilim, çev.) melodiden üstün olmalıdır.
Rameau’nun armoni teorisinin detayları biraz karışık olsa da iddiasının
özünü anlamak kolaydır: müzik corps
sonore’de doğal bir kökene sahiptir ve tonal müziğin kelime dağarcığı ve
dil bilgisi metodolojik bir yaklaşımla buradan çıkartılabilir. Newton’ın
Galileo’nun serbest düşme ve eğik düzlem kinematiğini Kepler’in gezegen
yörüngelerinin üç yasasıyla birleştirmesi nasıl kutlandıysa; Rameau’nun 17. yy.
“kanonikleri” (matematiksel aralık ölçümlerinin bilimi) ile Barok sürekli-bas
uygulamasının kullanışlı pedagojisini birleştirmesi aynı ölçüde dâhice bulundu.
Rameau, Rousseau, Diderot ve d’Alembert ile sonradan yaşadıkları ve genelde
keskin anlaşmazlıklara rağmen Ansiklopediciler tarafından müzik teorisindeki
çalışmaları nedeniyle yüceltildi. Her biri Rameau’nun müzik teorisini
geliştirmesi ve yaygınlaştırmasına yardım etti.
Şüphesiz, 18. yy.ın en “felsefi” müzik teorisyeni olmasına rağmen Rameau
müzikal pratiğin bilimsel analizini yapmaya çalışan tek kişi değildi. Örneğin
İtalyan keman virtüözü ve besteci Giuseppe Tartini (1692-1770), Rameau’nun corps sonore‘sine alternatif bir müzikal
armoni (uyum) önerdiği bir dizi teorik tez yazdı –kemanda belirli aralıklara yayla
güçlü bir şekilde dokunulduğunda ortaya çıkan “farklı” tonlar (Tartini onlara “üçlü sesler[5]” diyordu). Rousseau, Rameau’yla ayrılığından sonra Tartini’nin teorisinin
coşkulu bir savunucusu oldu. Çünkü farklı tonlar teorisi melodinin armoniden daha üstün olduğu yolundaki görüşlerini daha çok
destekliyor gibi görünüyordu. Fakat Daniel Bernoulli, Giodano Riccati ve Ernst
Chladni gibi bilim insanları Rameau ve Tartini’yi müzikal ilkeleri akustik
olgularda aramalarından dolayı çok sert eleştirdiler. Onlara göre armoni
doğanın buyruğundan ziyade kültürel zevklerin gelenekleşmesiyle oluşuyordu.
Galant estetiğinde çok değer verilen melodi, Alman müzik teorisyeni Heinrich
Koch’un (1749-1816) en büyük tezinin konusuydu.
Melodik kompozisyonu, bir dizi “mekanik kural”ı takip ederek çeşitli
biçimlerde üzerinde oynanabilen ve birbirine bağlanabilen bir dizi modüler cümlecik
ve süreçler olarak analiz etti (Versuch
einer Anleitung zur Composition [Kompozisyona bir Giriş Denemesi,
1782-1793]). Koch ayrıca besteleme süreçlerine dair genel retorik bir model
sundu (Sulzer’den uyarladı). Buna göre besteci yaratımın üç aşaması süresince
çalışmalıydı: plan, gerçekleştirme ve detaylandırma.
Son olarak, 18. yy. boyunca tartışmalı şekilde en“bilimsel” ilgiyi çeken
müzikal konu, dönemin sayısız yayınında da ele alındığı gibi akortlama ve
tampereman problemleriydi. Ancak dikkat çekici olan şudur ki zamanın birçok
klavyecisi, bilim insanları ve çok az müzikal deneyime sahip amatörler
tarafından önerilen karışık “yarımton” akort sistemlerindense eşit tamperemana
yakın bir sistem kullanmışlardır. Eşit tampereman, Aydınlanmanın dogmatizmin
reddi ve akıl ideallerine mükemmel bir örnek ve müzisyenlerin saf seslere
(sonority) olan tutkusu ve klavyecinin çalınabilen kromatik bir gam ihtiyacı
arasında bir uzlaşmadır.
Sosyal İlişkilerde Müzik
Aydınlanma düşüncesine entelektüel ve kültürel konularda etkisinin ötesinde
müziği, şimdi 18. yy.ı anlamak için esas kabul edilen daha derin sosyal
değişimleri yansıtan bir uygulama olarak görmek de mümkündür. Muhtemelen en çarpıcı gelişme, müziğin 18.
yy.da ticarileşmiş bir meslek haline gelmesidir. Yüzyıl süresince, genel olarak
kraliyet ya da soylu himayesinin bir ürünü olmaktan çıkıp, giderek artan
şekilde halkın himayesine bağımlı hale geldiğini görürüz. Bu farklılaşma,
Johann Sebastian Bach’ın (1685-1750) ve Wolfgang Amadeus Mozart’ın (1756-1791)
kariyerlerinde simgelenebilir. Bach hayatı boyunca çeşitli dini, aristokratik
ya da kentsel otoritelerde çalışmıştır. Mozart ise 1781’de Salzburg
başpsikoposluğundaki görevinden istifa edip Viyana’ya taşınmış ve yaşamını
opera bestecisi, icracı ve öğretmen olarak “serbest piyasa”da kazanmıştır. Burada
kısa sürede çok kazançlı komisyonlar, telif hakları ve performans ücretleri
kazanabilmiştir (Mozart’ın yoksul ve yok sayılan bir besteci olduğu mitlerinin
aksine). Mozart’ın girişimciliği benzersiz sayılamaz; 18. yy.ın ikinci
yarısında Avrupa boyunca şehirler özellikle İtalyan veya Bohemya kökenli, kendi
talihlerini yaratmaya çalışan gezgin müzisyenlerle dolup taşıyordu. Aristokrat
ve kraliyet himayesi müzik yaşamında hayati olmaya devam etti ama birçok besteci
açıkça daha geniş halkı düşünerek müzik yazıyordu. Haydn yayıncısına
“Bestelerimi doğrudan halka adamalıyım.” derken yalnızca yaklaşımdaki derin
değişimi yansıtıyordu.
Bu anlamda, halk konserlerinin yükselişi müziğin icrası ve dinleme şeklinde
yaşanan en önemli değişimlerden biri olarak değerlendirilmelidir. Elbette ki
bunun örnekleri vardı ancak tüm Avrupa’da halkın ücret ödeyerek girebildiği çok
sayıda opera evinin, salonların, mason localarının ve konser salonlarının
açılması 18. yy.da gerçekleşmiştir. Aboneli konserler (subscription concert) şehirlerde önemli bir yer tutmaya başladı ve hatta
kamusal bahçeler sıklıkla müzikal eğlenceler için açıldı.
Bu halk konserlerinin programlarını doldurabilmek için konser senfonisi ve
entrümantal konçerto gibi yeni enstrümantal müzik türleri gelişti. Aslı İtalyan
operalarının öncesinde çalınan üç parçalı kısa uvertüre dayanan senfoni,
bağımsız bir konser parçası olarak icra edilmeye başlandı. 17. yy.da aristokrat
eğlencelerinde daha samimi oda eserleri olarak çalınan konçerto ancak bu
dönemde gelişti ve virtüöz solistler için halkın önünde kendilerini
gösterebilecekleri bir vitrine dönüştü.
Yeni oluşan halk çevrelerindeki müzikal performansların coşkulu artışına
paralel olarak halktan çetin bir eleştiri kültürü de doğdu. Gazete ve dergiler
düzenli olarak müzikal performans ve yayın değerlendirmelerine giderek
genişleyen şekilde yer vermeye başladı. Aynı zamanda, yüzyıl boyunca artan
sayıda özel müzikal konularda uzmanlaşmış dergiler –özellikle Almanca konuşulan
topraklarda- çıkmaya başladı. Bu dergilerde estetik ve teorik meselelere dair
değerlendirme ve tartışmalar yer alıyordu. Bunların ilk örnekleri Johann
Mattheson (Critica Musica, 1722–1723, 1725) ve Johann
Scheibe’nin (Critischer Musicus, 1737–1740) kısa ömürlü dergileri vardır. Daha kalıcı olanlar J. A. Hiller'in Wöchentliche
Nachrichten und Anmerkungen die Musik betreffend (1766–1770), J. Fr.
Reichardt'ın Musikalischen Kunstmagazin (1782–1791) ve Carl Friedrich
Cramer'ın Magazin der Musik’i
(1783–1789) sayılabilir. Ayrıca not edilmeye değer olanlar
Paris’teki Journal de musique (1764–1768) ve Londra’daki Review of
New Musical Publications’dır
(1784).
Halk çevrelerinde müziğin serpilmesine, samimi
ev çevrelerindeki müziğe olan ilginin artışı eşlik etti. Klavsen (harpsichord
ve clavichord) gibi çalgıların popülerliği yoluyla (ve 1770’ten sonra gelişmiş
forte-piano’nun) müzik, küçük burjuva hanelerinde en sevilen eğlence aracı oldu
ve amatör icracıların çalabileceği hafif oda parçalarına büyük bir talep doğdu.
Yüzyılın ortasında basit galant türlere
doğan ilgi, bu yeni tüketici amatör müzisyenler sınıfının zevklerine ve
değerlerine atfedilmelidir. Besteciler geç 18.
boyunca seri üretim yapar gibi sayısız duygusal şarkı, basit klavye
dansları ve popüler opera ezgileri koleksiyonları yazdı. enstrümantal sonat ve
yaylı dörtlüsü gibi daha zor olan türler daha yetkin icracılar tarafından
çalındı. Yaylı dörtlüsü, yeni burjuva sosyalliğinin ideal bir amblemidir.
Goethe’nin ünlü sözünde, dört eşit bireyin akılcı bir sohbet etmek için bir
araya gelmesini temsil eder.
Alıcıların çalmak
için daha fazla müzik talep etmesiyle, Avrupa boyunca müzik yayın evleri
türedi. Almanya’da Gottlob Breitkopf, 1756’da basım maliyetlerini çok aza
indiren hareketli tip bir teknoloji geliştirerek kendi şirketinin egemenliğini
ilan etti. Avrupa’nın diğer yerlerinde de önemli müzik yayınevleri kuruldu: Londra’da
John Walsh (1695) ve Robert Bremner (1754), Amsterdam’da Burchard Hummel (1756)
ve Viyana’da Artaria ailesi (1778). Fransız müzik yayıncılığı Kıta’daki diğer
yerlerden daha sıkı kontrol ediliyordu. Yine de Foucault 1713’te kraliyet
kararıyla müzik yayıncılığını elinde bulunduran Ballard’ın tekelini yıktıktan
sonra Devrime kadar geçen sürede Paris’te yaklaşık seksen tane müzik yayınevi
kuruldu. Telif hakkı yasalarının müziği de kapsaması –ilk olarak 1770’te
İngiltere’de verildi- müzik yayıncılığı sektörünün de büyümesine yardım etti. Aynı
zamanda yayıncılar amatör müzisyenlerin müzik okumayı ve enstrüman çalmayı
öğrenebileceği, müzik teorisinin esaslarında uzmanlaşabileceği yazılı literatür
için karlı bir pazara hizmet etmiş oldular.
Kaynakça
Baker, Nancy
Kovaleff, and Thomas Christensen. Aesthetics and the Art of Musical Composition
in the German Enlightenment. Cambridge, 1995. An annotated translation of
selected writings by Johann Sulzer and Heinrich Koch.
Cannone,
Belinda. Philosophies de la musique, 1752–1789. Paris, 1990. A general review of
well-known aesthetic issues, useful for its comprehensive annotated
bibliography of primary sources.
Christensen, Thomas. Rameau and Musical Thought in the
Enlightenment. Cambridge, 1993.
Didier, Béatrice. La musique des
Lumières.
Paris, 1985. A provocative, if at times desultory, study, with thorough
discussion of musical topics in the Encyclopédie.
Fubini, Enrico. Music and Culture in
Eighteenth-Century Europe: A Source Book. Chicago, 1994. A useful anthology of
critical writings on music, especially strong on the many opera polemics.
Lester, Joel. Compositional Theory in the Eighteenth
Century. Cambridge, Mass., 1992. A highly technical but comprehensive survey of
music theory in the eighteenth century.
Lipmann, Edward. A History of Western Musical
Aesthetics. Lincoln, Neb., 1992. A good historical survey, particularly strong
on the eighteenth century.
Neubauer, John. The Emancipation of Music from
Language: Departure from Mimesis in Eighteenth-Century Aesthetics. New Haven,
Conn., 1986. A useful survey of music-aesthetic thought, although heavily
teleological in bias.
Rosen, Charles. The Classical Style: Haydn, Mozart,
Beethoven. New York, 1972. A canonical study of the music of the Viennese
classicists, although with little overt reference to broader Enlightenment
themes.
Schroeder, David P. Haydn and the Enlightenment: The
Late Symphonies and Their Audience. Oxford, 1990.
Thomas, Downing. Music and the Origins of Language:
Theories from the French Enlightenment. Cambridge, 1995. Especially valuable
for its discussion of Rousseau.
Verba,
Cynthia. Music and the French Enlightenment: Reconstruction of a Dialogue, 1750–1764. Oxford, 1993. Lucid presentation
of the musical views of Diderot, Rousseau, and d'Alembert, particularly in
regard to aesthetic issues.
[1] Örneklemek gerekirse, bir
şarkı ya da bir opera aryası aşk, kızgınlık, özlem, vb. yalnızca bir tek
duyguyu anlatır. Çev.
[2] Hitabet, söz söyleme
sanatı. Çev.
[3] “fundamental bass”
[4] the
resonating partials (“overtone series”) of any periodically vibrating body (corps
sonore).
[5] “third sounds”
No comments:
Post a Comment